Suskun şehir: Şüt Balık
Şüt Balık’a gittim mi yoksa onu rüyamda mı gördüm emin değilim. Hayır efendim hayır! Ben ne Marco Polo gibi gitmediğim yerler hakkında kulaktan dolma bilgiler veririm ne pirimiz Evliya Çelebi gibi abartmayı marifet sayarım ne de dostum Calvino gibi muhayyilemi anlatıma malzeme ederim. Şunca zamandır, bütün varlığımla ve korkusuzca karşınızdayım, kendimi sevdirmeye saydırmaya ya da gördüğüm şehirleri olduğundan daha fazla göstermeye asla ve kat’a çalışmadım.
Peki Şüt Balık’a gittim mi?
Tekrar ediyorum, bilmiyorum; uyandığımda kendimi orada buldum. Bir rüyanın içindeyken mi uyandım yoksa uykudan uyanır uyanmaz ruhum bir mucizeyle bu şehre mi erişti? Hakikati kim bilebilir? Sadece şimdi değil her an ve her konuda, sahi kim bilebilir?
Kusursuza yakın bir simetriyle inşa edilmiş taş döşeli uzun yoldan yürürken önce terk edilmiş bir şehirdeyim sandım. Fırtına öncesi sessizlik, ölüm sessizliği, sesleri yutan canavarca bir sessizlik… Sessizlikle ilgili bildiğiniz her şeyi unutun. Yepyeni (benim için), bambaşka, anlaşılmaz bir sessizliğin içinde yürüyordum. İlerledikçe şehrin sakinleri, birer ikişer karşıma çıkmaya başladılar. Gözlerini uzun süre gözlerime dikmeden ama kim olduğumu da merak ederek, evet evet, sessizce yanımdan geçmeye başladılar.
Kimse konuşmuyordu. Şimdi değil, bir süredir değil, aylardır, yıllardır, asırlardır değil; bu şehir kurulduğundan beri hiç kimse hiçbir şey konuşmuyor, ses çıkarmıyordu. Şehir âdeta sonsuz bir süngerin içine inşa edilmişti. Ne dışarıdan içeriye ses geliyor ne de içerden dışarıya doğru herhangi bir ses yükseliyordu. Gökyüzünde kuşlar uçuyor, sokaklarında kediler, köpekler, fareler koşuyor; birbirlerini avlıyorlar ama yine de ses çıkmıyordu. İnsanlar yürüyor, birbirlerine bakıyor, alışveriş yapıyorlar, karşılıklı oturuyorlar, kalkıyorlar, toplanıyorlar, dağılıyorlar ama asla tek bir ses çıkmıyordu. Çocuklar oradan oraya koşturuyorlar yine de… Bu mümkün mü? Bir romanda, öyküde, filmde mümkün değil ama bilirsiniz hayatın kendisinde imkânsıza yer yoktur.
Bir seyyah, yeni bir şehre girdiğinde onun akışına kendisini bırakmayı ve zuhurata tabi olmayı bilmelidir. Şehrin sakinlerinden biri bana yaklaşana ya da benimle herhangi bir iletişim kurana kadar durmamayı tercih ettim. Yürüyüşümü yavaşlatsam da durmadım. Gide gide yol beni bir tapınağa çıkardı.
Önünde Çinli keşişleri andıran iriyarı bir adam bağdaş kurmuş oturuyordu. Bütün vücudunu kapatan mavi renkli bir cüppe giyinmişti. Uzun saçları omuzundan sakalına kadar uzanıyor neredeyse birleşiyordu.
Aramızdaki mesafe beş adıma düşünceye kadar duruşunu bozmadı. Yeterince yaklaştığımı düşünmüş olmalı ki, birkaç adım kala doğrudan gözlerimin içine bakıp eliyle kendisini takip etmemi istedi. Öyle yaptım.
Mabedin içi, gördüğüm mabetlerin hiçbirine benzemiyordu. Sanırım size anlatabilmem de imkânsız. Bütün zemini kaplayan çizgileri yalnızca kendisinin anlayabileceği manevralarla takip ederek büyük bir dairenin tam ortasına yürüdü, oturup bana da karşısına oturmamı işaret etti. Öyle yaptım.
Ben artık dayanamayıp tam ağzımı açacakken elini kendi dudaklarına götürerek “şşşüüt” dedi. Bir anda başım ağırlaştı, dizlerim titredi, başımı eğmek zorunda kaldım, gözlerimi açık tutmakta zorlanıyordum.
Sevgili okur, sevgili dinleyicilerim, eğer buraya kadar bir rüyadaysam, şimdi rüya içinde bir başka rüyaya girmiştim, yok eğer uyanıksam işte tam şimdi bir rüya hâlindeydim. Aynı yerde gibiydik ama atmosfer ağırlaşmıştı. Bir Moğol atasözü “ruhunuz yoksa atınız koşmaz” der. Sanırım, ruh haddinden fazla yoğunlaşınca da bütün dünya yavaşlıyordu.
Şairin söylediği gibi: Bir kaşığın bala batışı gibi. Ben hayretle olan biteni anlamaya çalışırken keşişin bakışlarının yumuşadığını gördüm. Bu dünya, mabet, çizgiler, keşiş; sanki her şey tanıdıktı. Uzun ve zengin bir diyalogu sürdüren iki eski dost gibiydik. Ne kadar o hâlde kaldık, emin değilim. Hiç konuşmadık ama keşişten şehrin bütün hikâyesini ayrıntılarıyla dinledim. Dinledim, doğru bir ifade olmayabilir; bütün hikâye kalbimde ve ruhumda yankılanmaya başladı. Kelimelere, sese, dile ihtiyacı olmayan bir iletişim vardı aramızda.
Anlatılamaz olanın anlatılması mümkün müdür? Şehrin bütün boyutlarıyla tarihini en ince ayrıntısına kadar öğrenmiştim.
Nuh Aleyhisselam’ın gemisinin yolculuğunun son günlerinde ani bir sarsıntıyla el ele gemiden düşen genç karı kocayla başlıyordu hikâye. Yine aniden ortaya çıkan bir ters akıntıyla birlikte akıl almaz bir hızla gemiden uzaklaşan karı koca, günlerce denizde yaşam savaşı verdikten sonra bu yarımadada gözlerini açmışlar. Merak ve korkuyla bu yeni yeri keşfetmeye çalışırken keşişle bizim oturduğumuz yerde hayatın ve yaradılışın, var olmanın görkemi karşısında derin, sonsuz, muhteşem, dehşetli bir hayrete kapılmışlar.
Kısacık bir anlığına gökyüzünde beliren bir melek onlara, sessiz kalmalarını, konuşmaya başlarlarsa yakaladıkları hayretin dağılacağını; gördüklerini, hissettiklerini bu olağanüstü idrak anını unutmaya başlayacaklarını söylemiş.
Nefeslerini tutup içlerindeki konuşma arzusunu yenene kadar öylece kalmışlar. Zamanla bu arzu önce azalmış sonra da yok olmuş, susmaya devam ettikçe kalplerinde bugüne kadar çok az insana bahşedilen bir yetenek gelişmiş. Birbirilerinin aklından geçenleri telepatiye benzer bir yöntemle algılayabiliyorlarmış.
Adam ve kadın bu topraklarda mutlak bir sessizlik içinde yaşamaya karar vermişler. Kendilerine yeni isimler vermişler: Yuvaş ve Kuli.
Zamanla çocukları olmuş, hiç acele etmeden kurmaya başladıkları şehre; yeryüzünde bir canlı keşfedince, bu keşif diğerlerine de haber verilmiş gibi çeşitli hayvanlar gelmeye başlamış. Allah’ın tuhaf bir tecellisiyle şehre gelen her mahlûk (çocukları dahil) sessizlik kuralına itaat ediyorlarmış. Böylece binlerce yıldır yeni ve bambaşka bir insanlık deneyimi hüküm sürüyormuş şehirde.
Keşişin aktardığına göre bildiğimiz dünyadan bu dünyaya yüz yıllar önce sadece bir kere geçiş olmuş. Atamız Oğuz Kağan, gök tüylü gök yeleli gök kurdu takip ederek ordusuyla şehirleri bir bir fethederek ilerlerken bir gün kendisini Şüt Balık’ın eteklerine inşa edildiği Sükût Dağı’nın dibinde bulmuş.
Onu bizim idrak edemeyeceğimiz kadar uzun yıllar ve nesiller boyunca yaşayan Yuvaş ve Kuli el ele karşılamışlar. Ordusuna dur emri veren yüce kağan, yanında Gök Kurt’la birlikte Yuvaş ve Kuli’ye doğru ilerlemiş. Aralarında tek bir kelam dahi konuşulmamış. Gök Kurt, Oğuz Kağan, Yuvaş ve Kuli, Sükût Dağı’nın huzurunda tam kırk gün boyunca tek kelime etmeden, kıpırdamadan sükunetle durmuşlar. Oğuz Kağan, ayağa kalktığında onlara büyük bir hürmet göstererek veda etmiş.
Yanlarından ayrılırken tolgasını hediye olarak Yuvaş’a uzatmış.
Kuli, gök kurdun yelelerini uzun uzun okşamış. Kağan, ordu karargahına döndüğünde hemen bütün beylerini etrafına toplayıp Büyük Ayı burcunun yıldızlarını göstererek şöyle demiş:.
“Beylerim, yoldaşlarım; ben Uygurların ve yedi iklim dört bucağın kağanı olarak bu şehrin adını Şüt Balık koyuyorum. Yalnızca kendisine benzeyen, göğü ve yeri yaratan yüce Allah şahit ki; gökteki yedi kurt, iki aygırı kovaladığı müddetçe benim ve benden sonrakilerin bu şehre yaklaşmasını, bu şehirden bahsetmesini men ediyorum.
Şimdi gümbürdeyen yüreğimiz, bize başka illere gitmeyi buyurur. Damarlarımızda kartallar kartalı Ulu Daruga Han’ın gökte süzülüşü gibi süzülen cenk arzumuzu başka illere başka topluluklara saklama vaktidir.”
Şehrin adı böylece sessiz şehir anlamına gelen Şüt Balık olmuş. Yuvaş ve Kuli, tolgayı ve Oğuz Kağan’ın hediyesi olan ismi kabul ederek onaylamışlar.
O gün bugündür, bu karşılaşmanın hatırına yılın aynı günü bütün Şüt Balık sakinleri Sükût Dağı’nın eteklerinde, Yuvaş, Kuli, Gök Kurt ve Oğuz Kağan’ın bağdaş kurup oturdukları yerde güneşin doğuşunu karşılayıp yıl boyu tutukları nefeslerini bırakır gibi hep bir ağızdan “şşşşşşşşşüüüüüütttt” diye Oğuz Kağan’ı ve torunlarını selamlarlar. Bu selam, bildiğimiz dünyaya doğru yılın aynı günü kaynağı belirsiz bir serinlik bir ferahlık olarak uğrar.
Yuvaş, Kuli ve biz çocuklarının seslerine, Şüt Balık’ın hayvanları, bitkileri, nehirleri de eşlik eder. İşte bu yüzden her yıl aynı gün aynı saatlerde bildiğimiz dünyanın her sessiz köşesi, bir başka parlar; aydınlanır, sükût ayyuka çıkar. Gıdasını sessizlikten alan bütün mahlukat, sebebini bilmediği bir huzurla dolar.
Şüt Balık’ın hikâyesi ve çok daha fazlasını keşişten kaç gün kaç saat boyunca dinledim bilmiyorum. Başımı kaldırdığımda mabet ilk hâline geri dönmüştü. Keşiş, gözlerinde sessiz bir gözyaşıyla beni izliyordu. Veda vaktinin geldiğini anladım. Rüya içinde rüyadaysam rüyalarımın birinden uyandım. Her şey tek bir rüyanın içinde olduysa uyanarak bildiğimiz dünyaya geri döndüm.
Şimdi ey gönlü yüce okur, benim vazifem ancak bu kadar.
Sizi Şüt Balık’tan haberdar ederek bu imkânsız şehre karşı görevimi tamamladım. Söylenebilecek olan söylendi, anlatılabilecek olan anlatıldı. Altın renkli altın cinsi sükût, bir sis gibi etrafınızı kuşatsın, hayret göğsünüzü genişletsin, sözleriniz sizde kalsın.