Satranç şehir

AYKUT ERTUĞRUL
Abone Ol

Şimdi size anlatacağım şehrin aslında var olmadığını söylüyorlar. İtiraf etmek gerekirse en yakın dostlarımı bile varlığına inandıramadım. Ne gam! İnanmayan kör karanlıklara gelsin. Hem söyleyin bana; hangi şehir, ona katıksız bir güvenle “var” diyebileceğimiz kadar gerçektir? Hangi şehir, kendisini bir anda “imkânsız şehir” ya da “yok yer” kılacak niteliklere sahip değildir? Küçük bir tuhaflık bile o yeri imkânsız saymamız için yetmez mi? Yakından baktığımızda her yer, olduğundan daha tuhaf değil midir?

Satranç şehrini oluşturan beşli sistemde çiftçi halk, tüccar sınıfı, kraliçe ve şahtan sonra fil armalı din adamları sınıfı yer alıyordu.

Görünen ve görünmeyen, duyularımızla algıladığımız ve -henüz- algılayamadığımız pek çok şehir gezdim. Hepsi bir parça imkânsızdı. Bir kere bir şeyin gerçek ya da hayal olduğuna inanmaya gör. Şehirler ve şimdi düşünüyorum da galiba pek çok şey (para, altın, ilaç, hastalıklar, asalet, güç) biraz böyle değil midir? Varlığına (ya da yokluğuna), güzelliğine (ya da çirkinliğine) etkisine ne kadar çok kişi inanırsa “şey”in görkemi, kuvveti, dünyada kapladığı alan o derece artacaktır. Yine de bana inanmayanları, inanmak istemeyenleri anlıyorum. Çünkü bu defa sadece şehirlerden bahseden bir seyyah olarak değil, aynı zamanda bir elçi, bir kötü haber taşıyıcısı olarak buradayım.

Satranç Şehri’ni inanılmaz kılan şey, onun bilinen pek çok şehirden farklı ve neredeyse absürt bir yapıya sahip olması mıydı acaba?

Dışarıdan giriş ve çıkışlara kapalı tamamen izole bir şehir oluşu mu?

Yüz yıllarca başka şehirlerle siyasi, askeri, ticari, turistik hiçbir şekilde iletişime geçmemesinin sebebi neydi?

Aslında bir başlangıç, bir ceza, bir âraf alanı, bir bekleme yeri ya da bir ordugâh olması için yaratılmış bir yeri, içinde yüzyıllardır yaşayan insanlar bir şehir sayabilir mi? Elbette size anlatırken ben yine de oradan, olduğu en yakın şey olarak bahsedeceğim; bir şehir.

Hem söyleyin bana; hangi şehir, ona katıksız bir güvenle “var” diyebileceğimiz kadar gerçektir?

Uçsuz bucaksız bir düzlüğe inşa edilmiş şehrin etrafını kuşatan nehir; şehrin dış surlarından içeriye girdiği anda onlarca kola ayrılıyor ve yayıla yayıla kare şeklinde 64 büyük mahalle oluşturuyordu. Suyla ötekinden ayrılan bu 64 bölgenin her birisi yerleşim planı açısından neredeyse birbirinin aynısıydı. Mahallelerde tapınaklar aynı yerdeydi; okullar, ekim alanları, meydanlar, oturum alanları, köşkler, saray (evet her karede mutlaka bir saray vardı) ahırlar, çiftlikler de. İnsanlar mahallelerinde yalnızca kendilerine izin verilen yerleri kullanabiliyordu. Yani mesela F2 mahallesinde (mahalle isimleri sıralı harf ve rakamlardan oluşuyordu) yaşayanlar yalnızca evleri ve arsaları kullanabilirken onların tapınaklara saraylara girmesi yasaktı; F1 mahallesinde yaşayanlar ise arsalara hiç uğramazken tapınaktan çıkmıyor sarayınsa belli bölümlerini kullanabiliyordu.

Tahmin edeceğiniz gibi 64 mahallenin yarısı siyah yarısı beyaz renklere boyanmıştı.

Renkler konusunda beni uyaran bir tüccar, muzip bir gülümsemeyle gökyüzüne bakıp; “Tanrı bize baktığında bozulmamış dev bir satranç tahtası görüyor” demişti. Sonra “Peki ama bizi birer satranç taşına dönüştüren de o mu?”

Toprakları uçsuz bucaksız olan bu garip şehrin sadece 16 mahallesi kullanılıyordu. Kalan 48 mahalle, daha dün yapılmış gibi yeni olmasına karşın tamamen boş bırakılıyordu. Aynı tüccar, “kaçak da olsa kimse girmiyor mu o mahallelere yani?" diye sorunca adamın yüzünde beliren korku hâlâ gözümün önünde.

Bu defa sadece şehirlerden bahseden bir seyyah olarak değil, aynı zamanda bir elçi, bir kötü haber taşıyıcısı olarak buradayım.

Orada kaldığım süre zarfında bu beni hep şaşırtmıştır. Satranç Şehri sakinleri, insan doğasına tamamen ters bir mizaca sahiplerdi. Asla ama asla kuralları sorgulamıyor, kendileri için belirlenen bölgeyi, görevi terk etmeyi düşünmüyorlardı bile. Yüzlerce yıldır bunun tek bir istisnasının bile olmadığını bana söylediklerinde onların hepimizin atası olan Hz. Âdem’in soyundan geldiğinden şüphe etmiştim.

Her bir karede ortalama 5000 kişinin yaşadığı varsayılıyor. Varsayılıyor diyorum çünkü, bir sebepten -bunu ne kadar sorarsam sorayım öğrenemedim- nüfus sayımı yapılması yasak. Bir yabancı olmanın verdiği özgüvenle bu sorunun cevabını epey araştırdım. Sonunda bir rahip, onu epey zorladıktan sonra bu şehirde önemli olanın insanların sayıları olmadığını söyledi.

  • “Nedir peki” dedim?
  • “İki şey,” diye cevap verdi:
  • “Hangi sınıfta ve hangi karede olduğun.”
  • “Peki, o sınıf ve o kare değişiyor mu?”

Bana uzun uzun anlattı. Sorunun cevabını anlamak için satranç şehrinin hangi sınıf ve karelerden oluştuğunu anlamak gerekli. Satranç Şehri’nde beş sınıf vardı.

Birincisi ve en kalabalık olanları çiftçi halktı. Her biri kendi mahallesinde yaşıyor, mahallesinden dışarıya az sonra açıklayacağım istisna dışında hiç çıkmıyorlardı. Ürettikleri mallar, tüccarlar sayesinde öteki mahalle ve insanlara erişiyordu. Bu da bizi ikinci sınıfa getiriyor. Kale sınıfı satranç şehrinin tüccarlarıydı. Şehrin bütün mahallelerine girmeye yalnızca kalelerin ve kraliçe sınıfının hakkı vardı.

“Tanrı bize baktığında bozulmamış dev bir satranç tahtası görüyor” demişti.

Evet üçüncü sınıf kraliçe sınıfıydı ama kraliçe diğer sınıflarda olduğu gibi soyla geçmiyordu. On yılda bir çiftçi sınıfındakiler çiftçi mahallelerinden birini seçiyorlardı. Seçilen mahalle, Şah’ın karısı olması için en güzel, en zarif ve akıllı kızları saraya gönderiyordu. Aralarından şahın kız, kraliçe; kraliçeyi gönderen mahalle de kraliçe sınıfı sayılıyordu.

Kraliçe sınıfındakiler ve kale sınıfındaki tüccarlar şehrin en özgür insanları sayılıyordu. Saray hizmetleri, soyluların hizmetçileri, mahalleler arasındaki iletişim tamamen bu iki sınıfın elindeydi. Karesinden asla ve asla kıpırdamayan Şah’ı eğlendirmek, onun karesinde kusursuz bir refah içinde yaşaması, şehrin yönetimiyle ilgili doğru kararlar verebilmesi, kraliçenin ve onun yanında getirdiği kraliçe sınıfının sorumluluğundaydı.

Satranç şehrini oluşturan beşli sistemde çiftçi halk, tüccar sınıfı, kraliçe ve şahtan sonra fil armalı din adamları sınıfı yer alıyordu. Tüccarlar gibi yalnızca iki mahallede yaşayan din adamları mahallelerinin tapınaklarında yatıp kalkıyor, yalnızca özel günlerde başka karelere giderek ayinleri yönetebiliyorlardı. Din adamlarının bu ayrıcalığına “çapraz özgürlük” deniyordu. Din adamları, en sık sonuncu sınıfın bölgesine gidiyordu; at armalı savaşçılar. Savaşçılar, mahallelerinde yalnızca kışlaları kullanıyorlar ve sonu gelmez talimlerle ordunun zindeliğini muhafaza ediyorlardı. O kadar uzun zamandır o kadar sıkı bir düzende eğitim yapıyorlardı ki, her bir asker savaştan ve askeri kurallardan başka bir şey düşünemiyordu. Her an, bir savaşın önceki gününde yaşıyorlardı. Bütün din adamlarının bir kıyametin berisinde yaşadıkları gibi.

Satranç şehri, bir din adamı, bir savaşçı, bir çiftçi ve bir tüccarı tarihi boyunca hiç yan yana görmemişti.

Satranç şehrinde, hayatım boyunca gördüğüm bu en tuhaf ve ürkütücü şehirde kimsenin ait olduğu sınıfa ve kareye itiraz edip etmediğini sordum bir savaşçıya.

Sorumun anlamsızlığı karşısında iri bir kahkaha patlattı: “Neden edelim ki?” diye cevap verdi. Onun kendi inancına olan kusursuz imanı benim sorumu da anlamsızlığın boşluğuna yuvarlayıvermişti.

Günler haftalar belki de aylar sonra (bana sorarsanız satranç şehrinde zaman da bildiğimiz gibi akmıyordu) Şah’ın beni yanına çağırdığını söylemeye de aynı asker geldi. Yarı davet yarı emir olduğunu askerin beni kavrayış ve yola koyuş biçiminden anladım.

Şehrin bir ucundaydık neredeyse, asker önde ben arkada günler boyu yürüdük. Saraya yaklaştığımızda bizi gören herkesin ağzı bir karış açık kalıyordu. Önce sebebin ben olduğumu sandım ama sonra din adamlarından biri bana doğru yaklaşıp, “Satranç şehri, bir din adamı, bir savaşçı, bir çiftçi ve bir tüccarı tarihi boyunca hiç yan yana görmemişti. Bunlara şimdi de bir yabancı eklendi. Onları mazur gör” dedi.

Birlikte Şah’ın huzuruna çıktık. Güzeller güzeli Kraliçe, şahın tam yanında oturuyor; insanın içine işleyen gözleriyle bizlere bakıyordu. Fakat yüz hatlarında belli belirsiz bir gerginlik göze çarpıyordu.

“Seni bize Tanrı göndermiş olmalı yabancı” dedi Şah gür sesiyle. Onun sesi de gergindi. Sesi, her kelimeyle biraz daha yükseliyor, bir uyarıya, meydan okumaya, savaş narasına dönüşüyordu:

“İşte bak

Efsanelerimizde anlatılanlar oldu, masallarımızda sözü edilenler geldi, kutsal metinlerimiz bizi nasıl uyardıysa öylece.

Her şey kehanetlerimize uygun olarak gerçekleşti. Çiftçiler, atlar, filler, kaleler görevlerini hakkıyla yerine getirdi. Efsanelerimizde anlatılanlar oldu, masallarımızda sözü edilenler geldi, kutsal metinlerimiz bizi nasıl uyardıysa öylece. Ne fazla ne eksik.

İşte bak!

Sonunda uçsuz bucaksız şehrimizin 16 karesindeki görevimiz tamamlandı.

Artık diğer karelere doğru yürüme zamanı. Karanlıktan korktuğumuz günler sona erdi! Mızraklar savrulacak, kalkanlar parçalanacak!

Öteki ulusun öncüleri, surlarımızın ötesinde göründü. Yaklaşıyorlar, savaşmak için yaklaşıyorlar. Yaklaşıyorlar hamlemiz için yaklaşıyorlar. O gün için yaklaşıyorlar.

İşte bak!

Karelerimizde semirmek, keyif çatmak zamanı geçti. Hamle zamanı geldi.

Miğferler giyilecek, kılıçlar kuşanılacak, hamleler yapılacak.

O büyük satranç maçı artık çok yakın.

Siyahlar ve beyazlar, siyah kareler ve beyaz kareler coşkuyla, kanla, ateşle parlayacak.

Sonunda uluslarımız birleşecek.

Artık diğer karelere doğru yürüme zamanı. Karanlıktan korktuğumuz günler sona erdi! Mızraklar savrulacak, kalkanlar parçalanacak!

Onlar ve biz birleşeceğiz. Savaşarak, ölerek öldürerek, her hamlede, her karede, her fedada fetih günü biraz daha savaşan iki ulusun olacak.

İşte bak!

Son eksiğimiz sendin; bir elçi!

Şimdi sen de buradasın.

16 kareyi ve üzerindekileri gördün, bugün surlara gidip diğerlerini de göreceksin.

Ardından evine dön ve dünyanın bütün şehirlerine haber ver; tüm şehirler, tüm krallar, tüm ordular duysun:

Yecüc ve Mecüc vaat edilen, ilan edilen o gün için karşı karşıya geldi.

Şimdi hamle sırası bizde!”