Romantik Viyana… ve ötesi...
Henüz büyük romancımız Adalet Ağaoğlu ile dost olmamıştık. Büyükdere’ye yakın bir yerde oturuyor ve henüz yayınlanmış Romantik Bir Viyana Yazı romanı hakkında televizyon ve gazetelere röportajlar veriyordu. Nedense, romandan çok yazarın bir şehirle böylesine heyecanla birleşmesi dikkatimi çekmişti. Kısa sürede elbette kitabı da okudum ve içimde bir Viyana’ya gitme arzusu duymaya başladım. Viyana bir düş olduğu kadar geri dönüşün uzun hikâyesidir.
Herkes ilk kez Viyana’ya vardığında hikâyenin başa sardığını mutlaka hisseder. Ben de çok geçmeden neredeyse bundan yirmi üç yıl önce kendimi Viyana’da buldum. Eğer, Stefan Zweig’ın Dünün Dünyası kitabını okumamış olsaydım Viyana’da arayacaklarım farklı olabilirdi. Fakat daha şehre adım atmaz geçmişin izlerini koklamak kaçınılmazdır.
Avrupa şehirleri içinde en yoğun geçmiş duygusunu yaşatan şehirlerin başında Viyana gelir.
İnsanın arkaik bir bilinç gibi geride taşıdığı Viyana romantizmi ile gerçek Viyana’nın ışıltısı mutlaka buluşur.
Stephansplatz Meydanı’nda durup da gözlerini yuman birisi burnuna hücum eden çikolata kokusuyla kulaklarına akan Mozart nağmelerini bir sevimli hayalet gibi dolaşan kahve buğusunu istemese bile zihninde yaratır. Çikolata, kahve ve müzik Viyana’yı her yönden sarmakla kalmaz onun iklimini de örer. Bu sebepten Cafe Havelka, Stephansplatz ve Mozart beni Viyana’ya çeker. Bay Havelka’nın seçkin orkestra şeflerinin bileklerini andıran çehresine bakarken ‘melange’nızı yudumlarsınız. Gerçi dipte bir yolunu bulup da Kahlenberg Tepesi’ne çıkma dürtüsü hep uyanık duracaktır. Zaten bu tepeye çıkıp da şehre bakmadan Viyana bütünüyle duyulup anlaşılamaz. Türkler için Viyana buradan başlar. Tuna’nın şehri bir kuşak gibi nasıl koruduğu yanında Merzifonlu Kara Mustafapaşa’nın psikolojisi yüzünden ‘geri çekilişimizin’ tarihi hafiften havaya bile sızar.
Gustav Klimt’in resimleri romantizm denilen duygunun estetik aklını sunar Viyana’da gezene. Uzun menzilli tramvaylardan birisine kendisiniz attığınızda bir müze şehirde dolaştığınızı görürsünüz.
Her köşeden boy veren heykeller, imparatorluk duygusunu gözünüze sokak görkemli binalar… Schönbrunn Sarayı, Avusturya Macaristan İmparatorluğu’nun iddiası kadar sanata yansıyan inceliğini de gösterir. Viyana’da hiçbir tesadüfe rastlanmaz. Central Cafe veya Demel Pastahanesi’nde oturmuşsanız, vaktiyle burada nefes alıp vermiş bir entelektüel ismin izine rastlarsınız. Aklınızda bulunsun, menekşeli bonbonları eşsizdir Demel’in. Belki ileride Heldenplatz’da hâlâ Hitler’in nutkundan fırlamış serseri kurşunlar gibi sert cümleler bir yerlerde saklıdır fakat Viyana’nın yumuşak ve incelmiş ruhu bütün keskinlikleri törpüler sonrada size sinesine çeker. Şans bir kere yüzüne gülmüştür bu şehrin. Herhalde ölmeden görülmesi gereken ve buna değen nadir yerlerden birisi olduğu için her mevsim yeryüzünün bütün insan ve ses çeşitliliğini görebilirisiniz.
Seçkin ve pahalı bir şehir Viyana. Fakat madem buraya geldiniz Viyana usulü şinitzelinizi beklerken dillere destan linzerinizin düşünü kurabilirsiniz. Elbette aklınız sokaklarda, Viyana Filormani Orkestrası ya da Opera Balosu’nda olacaktır. Leopold ve Belvedere Müzeleri sizi Klimt’le buluşturacaktır. Ben size Hundertwasserhause’ı özellikle öneririm. Sanat burada bütün oyunbaz çehresine bürünmekle kalmaz aynı zamanda gözü yormadan gönül dinginliği de getirir. Şehrin çöplerinin işlendiği merkezin bile bir sanat merkezi gibi tasarlandığını düşünürseniz Freud’un Müze Evi’ni neden insanların ruh inceliğiyle gezdiklerini daha iyi anlayabilirsiniz.
Ve her güzel şehirde olduğu gibi en kestirme ve öğretici yol kaybolmaktır. İşin ilginç tarafı Viyana’da ne yönde kaybolacağınıza karar veremezsiniz. O yüzden Viyana bir kez bir kez daha gelinmek için yaşanılan şehirlerin başında gelir.