Roman, insanları inandırdığı ölçüde başarılıdır

ZEYNEP KANTARCI
Abone Ol

Peter Stone’un 1981 yılında Márquez ile gerçekleştirdiği bu söyleşi The Paris Review’de yayınlanmıştır. Söyleşinin bir kısmını yayınlıyoruz.

Yazmaya nasıl başladınız?

Çizerek. Karikatürler çizerek. Okuma yazmayı henüz bilmezken hem evde hem de okulda çizgi romanlar çizerdim. Komik olan da şu ki lisede “yazar” diye bilinirdim, gerçekte bir şey yazdığım yoktu oysa. Bunu yeni fark ediyorum. Yazılması gereken bir broşür ya da dilekçe olduğunda bunu yapacak kişi bendim, çünkü o sözüm ona yazar bendim. Üniversiteye girdiğimde genel manada oldukça iyi bir edebiyat geçmişim vardı, arkadaşlarımın ortalamasının epeyce üstündeydi. Bogota’da gittiğim üniversitede beni çağdaş yazarlarla tanıştıran pek çok arkadaş ve tanışıklıklar edindim. Bir gece, arkadaşım bana Franz Kafka’nın kısa öykülerden oluşan bir kitabını ödünç verdi. Kaldığım pansiyona döndüm ve Dönüşüm’ü okumaya koyuldum.

20. yüzyılın en önemli yazarlarından birisi olarak nitelendirilir.

Kitabın ilk cümlesi beni neredeyse yataktan düşürdü, şaşkınlık içerisindeydim. İlk cümle, “Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerinden uyandığında kendini yatağında devasa bir böceğe dönüşmüş olarak buldu” idi. Bu satırı okuduğumda böyle şeyler yazmaya izin olduğunu bilmediğimi düşündüm kendi kendime. Eğer bilseydim yazmaya çok daha önce başlardım. Dolayısıyla ben de hemen öykü yazmaya giriştim. Tamamen düşünsel öykülerdi bunlar, çünkü onları (yalnızca) edebi deneyimime dayanarak yazıyordum; edebiyat ile hayat arasındaki bağlantıyı keşfetmemiştim henüz. Öykülerim Bogota’daki El Espectador gazetesinin edebiyat ekinde yayımlanıyordu ve o dönemde belirli bir başarıyı da elde etmişlerdi. Muhtemelen Kolombiya’da düşünsel öyküler yazan hiç kimse olmadığı için.

O zamanlarda yazılanlar çoğunlukla “taşrada yaşam” ve sosyal hayat üzerineydi. İlk öykülerimin Joycevâri esintiler taşıdıkları söylenmişti.

Daha önce hiç Joyce okumuş muydunuz o zamanlar?

Hiç okumamıştım, o yüzden Ulysses’i okumaya başladım. İspanyolcasından; o dönemde mevcut olan tek baskıdan okudum. O zamandan beri, Ulysses’i hem İngilizcesinden hem de pekâlâ güzel bir Fransızca çevirisinden okuduktan sonra, İspanyolca çevirisinin çok kötü olduğunu görebiliyorum. Ama böylelikle ilerideki yazarlık tecrübem için oldukça yararlı olacak bir şeyi, iç monolog tekniğini öğrendim. Bunu sonraları Virginia Woolf’ta da gördüm ve onun kullanım biçimini Joyce’unkinden daha çok beğendim. Bilahare iç monolog tekniğini bulan kişinin Tormesli Lazarillo’nun anonim yazarı olduğunu fark ettim...

1972'de Neustadt Uluslararası Edebiyat Ödülü'nü ve 1982'de Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanmıştır.

Yazılarınızda “gücün yalnızlığı” temasını sıklıkla kullanıyorsunuz.

Gücünüz arttıkça size kimin yalan söylediğini ve kimin söylemediğini ayırt etmeniz zorlaşır. Mutlak güce ulaştığınızda ise gerçeklikle bir temasınız kalmaz ve bu da mümkün yalnızlık çeşitlerinin en kötüsüdür. Çok güçlü bir insan, bir diktatör mesela, her zaman nihai amacı onu gerçeklikten koparmak olan insanlar ve menfaatlerle çevrilidir; onu izole edebilmek için her şey birlik olur.

Yazarın yalnızlığına ne demeli?

Kendi imkanlarıyla okumaya çalıştığı Hukuk Fakültesindeki eğitimini yazar kariyeri için yarıda bıraktı.

Bu, ondan farklı mı? Yazarın yalnızlığı, gücün yalnızlığıyla yakından ilişkili. Yazarın gerçekliği betimleme teşebbüsü, onu çoğu zaman gerçekliğin çarpık bir görünümüne itiyor. Hakikati aktarmaya çalışırken onunla olan bağını yitirebiliyor; dedikleri gibi, fildişi kuleden bakıyor. Gazetecilik buna karşı son derece iyi bir kalkan. Gazetecilik yapmayı bu yüzden hep sürdürmeye çalıştım, çünkü özellikle politika ve siyasi gazetecilik beni gerçek dünyayla temas hâlinde tutuyor. Yüzyıllık Yalnızlık’tan sonra beni korkutan yalnızlık, “yazarın yalnızlığı” değildi; ünün, şanın yalnızlığıydı ki o da gücün getirdiği yalnızlığa ziyadesiyle benziyor. Arkadaşlarım, her zaman yanımda olan dostlarım, beni bundan korudu.

Nasıl?

Hayatım boyunca aynı arkadaşlıkları koruyabildiğim için. Kendimi eski dostlarımdan koparmıyorum yani, ilişkimi kesmiyorum onlarla. Ayakları daima yere basıyor ve ünlü de değiller; beni kendime getiren onlar.

Blaise Cendars, yazmanın pek çok diğer işe kıyasla bir ayrıcalık olduğunu ve yazarların dertlerini abarttıklarını söylemişti. Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz?

Bana kalırsa yazmak çok zor, ama itinayla icra edilen her meslek öyle. Sanırım ben hem kendime hem de başkalarına karşı haddinden fazla talepkâr biriyim çünkü hataya tahammül edemiyorum; bence herhangi bir şeyi kusursuz seviyede yapmak kendi başına bir ayrıcalık. Yazarların çoğunlukla megaloman olduğu ve kendilerini evrenin ve toplum bilincinin merkezi olarak gördükleri doğru. Ancak benim en çok hayranlık duyduğum şey, iyi yapılan bir iştir. Pilotların kendi sıfatlarını benim yazarlığı taşıdığımdan daha iyi taşıdıklarını gördüğüm için yolculuk ederken her zaman çok mutluyum.

Çevirmenleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Çevirmenlere, dipnot kullananlar hariç, büyük bir hayranlık duyuyorum. Okura, yazarın büyük olasılıkla kastetmediği bir şeyi açıklamaya çalışıyorlar mütemadiyen. Eğer bir şey oradaysa o hâlde okurun buna katlanması gerekiyor.

García Márquez, yazar olarak başladı ve beğeni toplamış kurgusal olmayan çalışmalar ve kısa hikâyeler yazdı.

Çeviri yapmak oldukça güç bir iş, katiyen taltif edici değil ve çok da düşük ücretli. İyi bir çeviri, her zaman bir başka dilde yeniden yaratımdır. Gregory Rabassa’yı bu sebeple bu kadar beğeniyorum. Kitaplarım yirmi bir dile çevrildi ve Rabassa, dipnot eklemek için benden bir şeyleri açıklamamı istemeyen tek çevirmendi. Eserlerimin İngilizcede tümüyle yeniden yaratıldığını düşünüyorum. Kitapta harfiyen takip etmenin epey zor olduğu kısımlar var. Çevirmenin kitabı okuduğu ve daha sonra anımsadıklarıyla yeniden yazdığı izlenimini ediniyor kişi. Çevirmenlere işte bu yüzden böylesine hayranım. Düşünselden ziyade sezgiseller. Yayınevleri onlara yalnızca düşük ücret ödüyor değil, çalışmalarını edebi yaratım olarak da görmüyor aynı zamanda. İspanyolcaya çevirmeyi isteyebileceğim bazı kitaplar var ama bunu yapmak kendi kitaplarımı yazmak kadar emek gerektirirdi, çeviri yaparak yaşamımı idame ettirecek parayı kazanamazdım.

Neleri çevirmek isterdiniz?

Malraux’un tüm eserlerini. Conrad’ı ve Saint Exupery’i çevirmek de hoşuma giderdi. Okurken o kitabı çevirmek isteyebileceğim hissine kapılıyorum bazen. Başyapıtlar dışında, bir kitabı orijinal dilinde okuyarak içine girmeye çalışmaktansa vasat bir çevirisini okumayı yeğlerim. Sahiden içerisinde hissettiğim tek dil İspanyolca olduğu için başka bir dilde okurken kendimi hiç rahat hissetmiyorum.

García Márquez, yazar olarak başladı ve beğeni toplamış kurgusal olmayan çalışmalar ve kısa hikâyeler yazdı.

Hâlbuki İtalyanca ve Fransızca konuşuyorum ve Time gazetesiyle kendimi yirmi yıl boyunca her hafta zehirleyecek kadar iyi İngilizce biliyorum.

Hayal gücüne mukabil hakikati dengelemek konusunda bir gazeteci ile roman yazarının farklı sorumlulukları var mı?

Gazetecilikte, aslı olmayan tek bir hadise işin tamamını zan altında bırakırken kurguda doğruluk taşıyan tek bir gerçek metnin tamamına güvenilirlik katıyor. Aralarındaki tek fark bu ve bu da yazarın özverisine bağlı. Bir roman yazarı insanları kendine inandırdığı sürece dilediği her şeyi yazabilir.

Sizce bir yazarın başarıya veya üne kariyerinin oldukça erken bir döneminde ulaşması kötü bir şey mi?

Bu, her yaşta kötü. Kitaplarımın hiç değilse yazarı bir metaya dönüştüren kapitalist ülkelerde ölümümden sonra fark edilmesini isterdim.

Atletik faaliyetlerde ciddi ve az ilgi duyduğu için sınıf arkadaşları tarafından ''El Viejo'' olarak anılmıştır.

Yüzyıllık Yalnızlık’ın bu olağanüstü başarıyı göstermesini bekliyor muydunuz?

Bu romanın arkadaşlarımı diğer kitaplarımdan daha fazla hoşnut edeceğini biliyordum. Fakat İspanyol yayıncım bana sekiz bin kopyasını basacağını söylediğinde şaşırdım kaldım çünkü diğer kitaplarım daha önce yedi yüzden fazla hiç satmamıştı. Ona neden biraz ağırdan almadığını sordum, o ise bunun iyi bir kitap olduğuna emin olduğunu ve sekiz bin adetin tümünün mayıstan aralığa dek satılmış olacağını söyledi. Doğrusu, Buenos Aires’te bir hafta içinde satıldılar.