Pakistan'da şeker kamışı ve çömezliğe gövgü
Yıllar önce Pakistan’da muhabirlik yaparken İslamabad yakınlarındaki bir şeker kamışı pazarına kültür haberi çekimi için gitmiştim. Pencap, Dera Gazi Han ve Kasur gibi bölgelerden gelen şeker kamışları, her sabah burada alıcı buluyordu.
Pazarda çalışanların da ikamet ettiği çadırların arasında yürürken çocuklarla karşılaştım. Bir taraftan ellerindeki şeker kamışlarını ısırıyorlar, bir taraftan da toplanmış gülüşüyorlardı. Geldiğimi görünce hemen biri yanıma koştu ve bir parça şeker kamışı uzattı. Parçanın diğer ucunu bırakmadan çekip beni arkadaşlarının yanına götürdü. Muhabbete davet ediyordu beni işte. Tam bu noktada söylemeden edemeyeceğim: “Şeker kamışı, connecting people!”
Hayatımda hiç şeker kamışı ısırmamıştım. Pakistan’daki onlarca yerel dilden birini konuşabilseydim çok güzel olacaktı. İngilizce ile bir şekilde anlaşmak zorundaydım ama nafile. Hemen ayarlarımdan gönül dili modunu seçip, iletişime geçtim. İçlerinden biri koluma dokundu ve tam olarak nasıl başlamam gerektiğini gösterdi. Diğer koluma dokunansa kabuğunu nasıl sıyıracağımı. Tam karşımdaki de bu kez müthiş bir kendine güvenle bana seslendi ve “İzle ve öğren!” dedi adeta. Sonra dişlerini tüm ustalığıyla konuşturarak şeker kamışından büyük bir ısırık aldı. Çok eğleniyordum. Sonra hepsi birden beni işaret ettiler. “Hadi şimdi sıra sende, öğrendin!” der gibi.
Hayatımda ilk kez bir şeker kamışı ısırıyordum. İlk ısırma denememde hepsi kahkaha atmaya başladılar. Birlikte gülüşüyorduk. Sonra tekrar anlatmaya başladılar hemen heyecanla. Babaları da kenardan bize gülümsüyorlardı. Şeker kamışından yapılmış farklı ürünlerden ikram etmeye çalıştılar ve çadırlarına davet ettiler onlar da. Karşımda benden belki de 20 yaş küçük çocuklar vardı. Şeker kamışı yeme konusundaysa benden 20 yıl tecrübeli gibilerdi.
Bu çocukların şeker kamışıyla kurdukları ilişkinin gündelik hayatlarındaki karşılığı ve belki ardındaki üzücü hikâye elbette başka bir konu. Ancak burada dikkat çekmek istediğim nokta çömezlik hâlinin güzelliği.
Bazen düşünüyorum da insanın algılarının en açık olduğu süreçler sanırım çömezlik zamanlarıdır. Çömez olan insan öğrenme aşamasındadır çünkü. Yeni bir şeyle karşılaşmaktadır. O yeni karşılaştığı şey onda bir süre beceriksizliğe ve de gülünçlüğe neden olacak ama sonuçta onu değiştirecek, dönüştürecek ve geliştirecek elbette. Ne yapacağını bilememe anlarını çok seviyorum bu nedenle. Bir bilen gelir ve “hadi” der. Müthiş bir şey.
Ya da bazen bir bilene de ihtiyaç yoktur, çömezlik bizi kıra döke de olsa denemeye iter. Deneme yanılma derken, tecrübe belirir aradan ve buluş gelir. Tabii bu çömezlik sürecinde gözlemci/iktidar dengesi iyi ayarlanırsa verim katlanır. Yoksa ensesinde nefes hisseden ya da aşağılandığını hisseden çömezden hayır gelmez.
İnsan bir bilene sormalı her zaman ama bilginin verdiği kibirden uzak kalana. Muhatabından gelen soruyu duyduğunda “Nike gülüşü” oluşur bildiğini sanan insanın yüzünde. Hani “milyon kez karşılaştım senin gibisiyle” der gibi. Tüm çömezliğiyle karşısına geçmiş muhatabına şunu söylemek ister: “Şimdi gel de seni aydınlatayım, ilmi dokunuşumla dönüştüreyim, sus ve iyi dinle. Sonra çek git!”
Bu nedenle bilgi sahibi birçok insan, muhatabını daha baştan mimikleriyle kaybeder. Bilginin verdiği üstünlük algısı ve kibir kokusu yayılır ortama çünkü. Kişi gerçekten öğrenmek için topu bir bilene yuvarlamış ve o da topu alıp havaya dikerek “Git başka yerde oyna!” demiştir bile.
Bir de bilgi sahibi çok sevdiğim bir karakter var ondan da bahsedeyim. Susamlı çubuk kraker tadında, çayla iyi gidenlerden. Biri ona derinleştiği konuda bir noktayı danıştığında heyecanla gözleri parlar. “Hadi gel! Hem konuşalım hem de bir şeyler içelim” der. Önce bir güzel dinler, muhatabını anlamaya çalışır, sorular sorar. Kişinin neyi problem ettiğini anlamak, kişiyi anlamaktır çünkü. Sonra anlatır. Muhatabına, söylediklerinin mutlak doğru olmayabileceğini hatırlatmak için farklı yaklaşımları da aktarır. Sahip olduğu bilginin kaynağından da bahseder. Normlarını belirtmeyi unutmaz. Soruyu soran kişinin kendisini de dönüştürmesine izin verir. Beraber dönüşürler. Aynı düzlemde kalmak böyle bir şey.
Bilgi sahibine usta diye hitap edelim. Karşısında birçok kez yürüdüğü yolun başına yeni gelmiş birini gördüğünde eski günlerini hatırlar. Çömezlik günlerini, bilmediği zamanlarını. Bu nedenle, çömezliğin bir güzel yanı da hem öğrenen hem de öğreten tarafta tevazu duygusunu geliştirmesi.
Çünkü çömezlik bilmediğini kabul etmektir bir yerde. Çünkü çömezlik, bilmediği zamanları kabul etmektir bir yerde. Bu süreçte insan kendi kendine haddini bildirir kimi zaman. “Bilemedim işte, öğrenirim zamanla...” ya da “Ben de bilmiyordum, şimdiye kadar bu kadarını öğrenebildim. Belki daha fazlasını birlikte öğreniriz…” cümleleri ne güzel bir kurguya sahiptir.
Şöyle ki, çömezliği yaşamamak için ya da birinin belirli bir konuda kendisinden daha bilgili olduğunu tecrübe etmemek için hep aynı şeylerden bahseden ve bu yolla hiç kaybolmayacağı sokaklarda dolaşanlar var mesela. Yanlış bir sokağa girse ve “burası neresi?” diye soracak olsa, nefsine fil oturacak sanki. Evine farklı bir sokaktan yürümeye korkmak gibi.
Basitçe örneklersek, yer sofrasına bağdaş kuramayanları ve buna rağmen denemeye çalışanları seviyorum, kurabilenlere bayılıyorum o başka. Ama bağdaş kuramayanları hor görenleri hiç anlamıyorum.
Şeker kamışı pazarında tanıştığım çocukların tavrı çok etkilemişti beni. Belki de bana yaşattıkları histir unutamadığım. Yapamadığımı görünce bana bakıp, “Hayır bak çok kolay! Sen de yapabilirsin! Hadi bir daha dene!” diye seslendiklerini anlayabiliyordum aynı dili konuşmasak bile. Bilgiyi zevkle paylaştılar. Beni kendi seviyelerine çekip birlikte eğlenmek istiyorlardı çünkü. Canlarım benim!
Bu nedenle “hayatımda ilk kez” diye başlayan cümlelere bayılıyorum. Dünyada öğrenecek o kadar çok şey var ki, “Yaşasın Çömezlik!” diye bağırası geliyor insanın.