Oğuz Aksaç: Melodi coğrafyadır o, bizimle yürür ve yaşar
Melodinin yaşanılan bölgenin içinde yer aldığını söyleyen,basit adam olmanın her şey olduğuna bizi inandıranve sesiyle dinleyenlerini hem yaralayan hem iyileştirenOğuz Aksaç ile neden türküye ihtiyaç duyduğumuzu, sesve coğrafya ilişkisini, "ağır adam" olmasak ne olacağınıkonuştuk.
Yüzlerce yıldır neden türkü söylüyoruz, neydi bizi buna iten? Neden mi şarkıya, türküye ihtiyacımız var?
Aslında basit bunun yanıtı. İhtiyaçtan. Çok basit ihtiyaçlardan dolayı söylüyoruz. Örneğin çocuk uyumuyor, uyutmak için bir melodi uyduruyoruz, üstüne de söz olarak bostana giren danalardan bahsediyoruz. Burada bir de melodiyi nasıl bulduğumuz önemli. Onu da enstrümanların ve akortların temel özelliklerine coğrafi ve sosyolojik ifadeler ekleyerek yapıyoruz. Meşk yoluyla da nesilden nesle yaşıyor bu melodiler. Zaten melodi de yaşanılan bölgeden uzak durmaz. Orada bizimle yürür, yaşar ve yaşlanır.
Mesela;
"Atem tutem ben seni
Şekere katem ben seni
Akşama baban gelende
Önüne atem ben seni"
Bunu dinlediğiniz de aklınıza Muğla ya da Çanakkale gelmez. Türkü ya da eski formların hepsi, toprakla bağlantılıdır diyebilirim.
Günümüzde neden yeni bir türkü yazılmıyor, yazılıyorsa da çok az. Bunun sebebi temel duyguların -hasret gibi- içinin artık boşaltılmasından dolayı mı?Belki de kırsaldan şehre gelen bizlerin, artık şehirlere ayak uydurmuş olmamızın bu konuyla ilgisi vardır. Neler söylersiniz?
İnsanlar; dilleriyle, üretim biçimleriyle ve ilişkileriyle hayatlarını oluşturuyorlar. Ve gelişerek değişiyor dünya insanı. Evreni ve sayısız doktrini sorguluyor. Şüpheli yani. Artık elimizde milyonlarca açı, milyonlarca seçenek var her konuda.
Eskilerin toprağı, hayvanı, silahı, örfü ve mahalle kuralları vardı. Sonra o küçük dünyalar elektriğe, uydu antenine, kanalizasyona, yüksek teknolojiye ulaştı. Kadınlar iş hayatına girdi ve erkeğin vicdanına teslim olmaktan kendini kurtardı. Değiştik yani.
Yaşam değişti. Köyden şehre kilimlerimizi, davul zurnamızı ve yün yataklarımızı getirdik. Önceleri balkonda yün çırptık, kapıda ayakkabılarımız yığılıydı, köyü yanımızda getirmiştik yani. Sonra bazalı yataklar, ayakkabılıklar yaşamı değiştirip kolaylaştırdı. Bu değişim, sözün ve sesin değişimini getirdi. Elbette getirmesi normaldi.
Kısaca, insan ne yaşarsa onu seslendirir. Ve çaresizlik içinde aşk şarkısı, hasret türküsü yazılmaması normal olandır artık. Bana öyle geliyor.
Sizin müzik hayatınızın başlangıcında birçok önemli etken var. Bu etkenlerden üçü üzerine konuşalım isterim. İlk operaya gidişininiz, gecekondu mahallesinde büyümek ve evinizde her gün çalan o radyo. Biraz bahseder misiniz, nasıl oldu, neler buldunuz oralarda? Gecekondu mahallesi size ve sanatınıza neler kattı?
İlk canlı opera dinlediğimde, o enstrümanların uyumu, ses zenginliği, o bakır enstrümanların rengi, sesi, flütlerin yumuşacık cevapları… Sadece bunu bile saatlerce anlatabilirim. Büyülüydü o an benim için.
Gecekondu yaşamına gelirsek, zordu ama keyifliydi.
Yokluk insanları birbirine kilitler.
Örneğin; akşam komşuya gider ve şeker isterseniz, ertesi gün o gelir ve yarım ekmek ister. Bu dayanışma sizi bir "blok" haline getirir. O evin büyük bir balkonu vardı. Her hafta sonu birkaç aile o balkonda eğlenir, çay-kahve içer ve şarkılar söylenirdi. Biz meşki o balkonda öğrendik.
Geceleri lambayı kapatıp sobadan tavana vuran ışığı izlerdik. Sabahları ise saat 6’da ev havalansın diye camlar açılırdı. Yorganın altına tünerdik. Mayıs ayında dışarıdan gelen iğde kokusu. Ve içeride o radyo; Ali Ekber Çiçek ve Zeki Müren. Daimi misafirlerimizdi onlar. Evet, o radyo bambaşkaydı.
Yaşanılan yerin ve enstrümanın sesin yanıklığına etkisini daha önce dile getirdiniz. Benim sormak istediğim soru şu: Neden umut veren türkümüz çok az? Coğrafya ile mi alakalı bu, yoksa bir geleneğin devamı mı? İnsanın dünyada mutluluğu bulamayacağı ön kabulüne mi dayalı? Biz umutlu olmayı sevmiyor muyuz?
Biz umutlu olmayı bilmiyoruz ki. Çok ezilmiş diye birilerini övüp seven bir toplumuz. O kadar tehlikeli bir durum ki bu, üzerine kitaplar yazılır. Bir yanıyla da coğrafi bir özellik diyerek açıklayabiliriz durumu. Akdeniz iklimi insanı aç bırakmaz ama Bitlis’te hayat zordur; kış uzundur, yiyecek bulmak meşakkatlidir ve hayatta kalmak yoğun bir çaba gerektirir. Tüm bu zorluklar insan doğasının yakın olduğu mutsuz yanı kaşıyor. Umutsuzluğu öne çıkarıyor.
Bir de yaşama bakışımız biraz problemli. Her insan bir dünya iken, tüm bu zenginliği bir kenara bırakıp durmadan ayrışıyoruz toplum olarak. "Biz" diye bir kavram oluşturup bize benzemeyenleri dışlıyoruz ve bireyler yalnızlığın içine gömülüyorlar, "biz"in kabul etmedikleri yani.
"Orada ağır ol, ağır davran" gibi söylemlere karşısınız siz, bu her halinizden belli oluyor, doğal davranıyorsunuz sahnede, konuşmalarınızda. Sanatçı neden ağır olan, belli kalıplar içerisinde hareket eden biri olarak algılanıyor sizce? Şair Osman Konuk’un zamanında bir söyleşide verdiği bir cevap var: "Basit olmak bence her şeydir" diye. Siz bu konuda neler düşünüyorsunuz? Neden "basit adam" olmak bu kadar zor?
Ağır kişi olma isteği, ilkel insanın geliştiremediği yanıdır. Mutluluğunu, heyecanını, sevgisini ulu orta ve uçlarda yaşamanın kendisini küçük düşüreceğini sanır kimileri. Bir de şöyle bir durum var: Çocukluktan itibaren birine aptal derseniz, o kişi bunu kabul eder ve gelişimi yavaşlar. Ya da yıllarca "olgun" adam "ağır" kişi vurgusu yaparsanız bu kişiye, ömrü boyunca böyle yaşama mecburiyetinde hisseder kendisini. Otokontrolünü kaybetmeyi hiçbir zaman göze alamaz, başaramaz bunu. Kız çocukları ve babaları arasındaki "katı" ilişkiyi de böyle açıklamak mümkün. Yani finalde bize yüklenen o rolleri oynaya oynaya o roldeki kişi oluruz. Puslu bir aynadan kendimize bakmakla yetiniriz. Bu kişilerin kendilerine bile itiraf edemedikleri istekleri vardır. Ama yapamazlar. Otokontrolleri müsaade etmez buna. Ağır olmak hastalıklı bir durum bana göre.
Şimdiyse okullarımızda eğitim alan çocuklarımızı hiç sevmediği, sevmeyecekleri işler için hazırlıyoruz. Bir diğer "ağır ol" vurgusu da bu bana göre: Yanlış eğitim. Görsel zekâsı yüksek birinin bir kurumda memur olduğunu düşünün. Sayıların içinde boğulacaktır. Ne yazık ki çok fazlalar. Ve boğuluyorlar.
İran edebiyatı ve sanatıyla yıllar yılı komşu olmuş bir toprak parçasında yaşıyoruz. İran müziği dünya çapında atılım yaparken, Anadolu müziği neden o atılımı yapamadı?
Sadece İran müziği değil; Yunan, Hint, Balkan, Arap ve Azerbaycan müziği de dönem dönem ilgi odağı oldular. Hepsi de hak ettikleri değeri buldu. Anadolu müziği de hak ettiği yeri bulacaktır, buna inanıyorum ben. Sadece gereken büyük prodüksiyonlara ve bu vizyona sahip olmak. Bu, bizim müziğimizi küresel alana taşıyacaktır.
Sizi hep Alim Kasimov ile düet yaparken düşünüyorum. Muhteşem bir parça gibi duruyor zihnimde. Birlikte bir projede yer almak istediğiniz biri var mı? Gelecekte neler var aklınızda, sevenleriniz caz söylemenizi istiyor zaman zaman…
Afrikalı yerel müzisyenlerle, Şebnem Ferah ile, Amerikalı siyahi abilerle ve İskoçya’da gayda çalanlarla müzik yapmak istiyorum.