Milan Kundera: Düşüncenin yerini kitle iletişim araçlarının akılsızlığıyla dolduruyoruz

ZEYNEP KANTARCI
Abone Ol

Bu söyleşi, ilk olarak 1984 yılında kısa parçalar hâlinde Los Angeles Times’da, 1986 yılında ise bütün hâliyle New England dergisinde yayımlanmıştır.

Son romanınız Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ni yazmaya nasıl başladınız? Çıkış noktanız neydi ve o noktayı nasıl geliştirdiniz?

1969 tarihli Gülünesi Aşklar başlıklı düzyazı çalışmasıyla meşhur oldu.

Hayli uzun bir hikâyesi var. Tomas ve Tereza’nın buluşması, neredeyse yirmi beş yıl önce yazmak istediğim bir kısımdı. Hatta ilk yazdığım roman bunun üzerineydi; tam anlamıyla başarısız bir metin olduğu için onu kenara ayırmıştım, ama nasıl yazacağımı bilmediğim bu hikâyeye yine de tutundum. Çok uzun bir düşünsel süreçten geçti. O sırada başka romanlar yazdıysam da bir gün bu hikâyeye dönme fikri hep aklımdaydı. Fransa’ya geldiğimde, “Artık Tomas ve Tereza hakkındaki şu romanı yazacağım,” dedim, gerçi o zaman adları farklıydı. Birden, henüz yazacak kadar güçlü ya da hazır olmadığıma dair bir duyguya kapıldım. Bu yüzden bir kez daha, bu fikri rafa kaldırıp Gülüşün ve Unutuşun Kitabı’nı yazmaya koyuldum. Onu tamamladıktan sonra bu romana tekrar döndüm. Motif açısından bakıldığında kurgu çoktan hazırdı.

Yazmak, benim için her zaman “farklı ezgileri birbirine uydurma” meselesi olmuştur. Bir hikâyeniz vardır, örneğin Gülüşün ve Unutuşun Kitabı’ndaki Tamina’nın öyküsü beni büyüleyen bir hikâyeydi ama aslında hiç de düzgün değildi. Kendimi hikâyeye uyacak bir başka motif ararken buldum aniden. Tamamen gerçek bir anıyı, babamın ölümünü bu öyküyle birleştirme fikrinde bir ahenk buldum. İşte o anda, “Budur,” dedim. Burada da muhtemelen aynı durum geçerli, bu öyküdeki o birleştirme unsuru Sabina ile Franz’ın bölümüydü. Uzun arayışlar kısmı işte bunlardı, sahiden de bir daldan dala konma süreciydi. Roman bakımından bir bütün oluşturduğunu anladığım anda motifin işe yaradığını gördüm.

Tartışmalar ve fikir oyunları, öykülerinizin tam orta yerinde bulunuyor. Son romanınızın adı bile bir felsefe kitabına yakışır nitelikte. Fikir dünyasına biraz fazla dalıp hikâyeyi yitirmek sizi endişelendirmiyor mu?

Hiç endişelendirmiyor. Tabii, örneğin Flaubert’in bakış açısına göre hikâyeye bu şekilde müdahale etmek olanaksızdır, bir zevksizliktir. Çünkü onunki bir başka estetiktir, yazarın, anlatımındaki tarafsızlıktan tamamen el çekmesini talep eder. Ancak benim estetiğim bunun tam tersidir. Ben her şeyin üzerine derinlemesine düşünülmesini isterim. Şu anda nasıl viski içtiğinizi nakledecek olsam bu bile bir tefekkürün parçası olmalıdır. Felsefi bir düşüncenin değil, tercihen romana uygun bir düşüncenin parçası… Bu, diğerinden farklıdır. Düşünceyi sıkıcı olarak tanımlamak bir hata, bu doğru değil. Romanın içerdiği düşünceler bunun zıddı olmalı, ilgi çekmelidir. Düşünceye bir belirsizlik katmamız, onu ilgi çekici kılmamız gerekiyor. Konu düşünceye, felsefeye gelince şüpheci davranmaya meyilliyiz ki bu da muhtemelen modern toplum devriminin yarattığı bir sorun, çünkü düşünmeyi bıraktık. Yani birisi düşünmeye, kafa yormaya başladığı zaman, “Böyle bir şey mümkün mü? Nasıl?” diye şaşırıp kalıyoruz. Romanı bir meditasyon (tefekkür etme) şekli olarak görüyorum, ama içinde bulunduğumuz zamana karşıt bir yönde ilerlediğimi de biliyorum.

Ticarî olarak en başarılı eseri ise 1984 tarihli Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği başlıklı romanı oldu.

İnsan fikir tartışmalarının olduğu paragrafları okurken metnin çabucak sıkıcı bir hâle gelebileceğini düşünebilir ama öyle olmuyor.

Evet, çünkü bu düşünsel içerik hikâyeyle, mevcut durumla ve karakterlerle her zaman ilişkili. Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ne Nietzsche’yle başlamıştım ama okur, Nietzsche’yle başlamamın aslında Tomas karakterine, Tomas’ın sorunlu varoluşuna bir girizgâh olduğunu fark etmiyor. Dolayısıyla ben, karakterle ilişkili, romana uygun bir derin düşünce sunuyorum. İkinci olarak da bu yazım şekline bir “kışkırtma” diyebilirim. Ebedi dönüş hakkında söylediklerim entelektüel bir kışkırtmadır.

Döneme karşıt bir yönde ilerlediğini düşünüyorsunuz, öyleyse bu zamanın yönü nedir?

Gazetecilere özgü fikirler… Yalnızca romanın gelişimine karşıt olmak düşüncesinde değilim, bilakis, zamanın ruhuna karşıtım. Düşünceye, hakiki manada düşünebilmeye gittikçe daha az yer veriyoruz. Düşüncenin yerini kitle iletişim araçlarının akılsızlığıyla dolduruyoruz. Pek çok bilgiyle yüklüyüz fakat artık soru yöneltmeye çalışmıyoruz. Durmak ve düşünmek, modern toplumun artık geçit verdiği bir şey değil.

Rasyonel olana duyduğunuz merakı göz önünde bulundurursak, irrasyonelliğin ehemmiyet kazandığı bir akım olan sürrealizme hiç ilgi duydunuz mu?

İrrasyonelin karşısına rasyoneli koymayacağım. Bu zıtlık benim için pek bir anlam ifade etmiyor bile. Zira irrasyoneli kavrayabilmek için rasyonel oluyoruz, değil mi? Hayal gücünü uyandırmak adına irrasyonelliği benimsiyoruz. Dünyayı daha iyi anlamak için elimizde olan şey düş gücüdür. İrrasyonel yanımı da rasyonel yanımı da beslemek istiyorum. Yani hem düşüncemin hem de düş gücümün aydınlığı tamamen serbest hâldeler. Hatta, romanda en soğuk rasyonalitenin bile en hür düşlemeyle birlikte var olabileceği bir alan yaratmanın en büyük estetik mücadelelerimden biri olduğunu söyleyebilirim. Bu kolay bir iş değil, ancak roman türünün bu tür şeyleri birleştirmek için imkân tanıdığına inanıyorum.

Bütün kitaplarınızda işlenen bir diğer tema da ruh ile beden ayrımı. Bu ayrım dinin de temel meselelerinden biri. Bu konunun dinî, hatta mistik yanı ilgi alanınıza girmiş miydi?

Hayır. Ruh ve beden konusu, benim için aşkın metafiziğinin asli meselesidir.

Kafka’yı ilk olarak on dört yaşında okumuşsunuz. Bir yazar olarak gelişim sürecinizde Kafka eserleri sizde nasıl bir yere sahipti?

Eserlerini 1993 yılından beri Fransızca olarak kaleme alan Kundera, hayatını Paris'te sürdürmektedir ve yaşayan son varoluşçu olarak nitelendirilir.

Kafka okumak müthiş bir deneyimdi, benim edebiyata olan bakışımı değiştirdi. Onu okumak, her şeyden önce, benim için bir özgürlük dersiydi. Birden anlıyorsunuz ki roman gerçeğe öykünmek zorunda değilmiş. Onun kitapları apayrı bir şeydir; özerk bir dünyadır. Bu bağımsız evreni nasıl inşa edeceğiniz tamamen size kalmış. Ama Kafka bize diyor ki; gerçeği amatörce taklit etmek zorunda değilsiniz, tümüyle özgürsünüz, istediğiniz şeyi uydurabilirsiniz, bundan sonrası size bağlı. Önümüzde sayısız olasılık var. Kafka’nın verdiği ders felsefi değil, estetik bir derstir. Bir de bize; roman muhayyilenin konusudur, diyor. Çünkü 19. yüzyılda romanın gözlem yanı Flaubert ile epeyce gelişmişti. Dahice bir şeydi, görmeyi, gözlemlemeyi biliyordu roman. Kafka da işte bu gözlem yetisine tutundu ama yine de, “Hayal gücünü bağlamayı ve sonra özgür bırakmayı bilmek gerek.” dedi. Kafka’daki düş gücü yoğunluğu -belirli bir aralıktaki düş gücü miktarını ölçebilseydik eğer- başka herhangi bir yazardan yüz kat daha fazladır. Kafka’nın çağrısı ise şöyledir: Kendinizi serbest bırakın.

Ludvik karakteriniz “büyümeyi beklemenin korkunç huzursuzluğu” üzerine kafa yoruyor. İlk romanınızı yazmaya 30’lu yaşlarınızın başında başladınız. Peki, yazmaya neden daha önce başlamadınız?

Otuz yaşından önce roman yazmayı hayal edemiyorum bile. Başarılı olunabildiğini düşünmüyorum. O yaşta, insanda deneyim eksikliğinin yanında bir zaman deneyiminden yoksunluk da oluyor. O zamanlar kendimi çok genç hissediyordum, otuz üç yaşındaydım ki bu gerçekten de genç bir yaş. Dolayısıyla gençlik eleştirileri hep ilgimi çekmiştir. Bunu karamsar bir tavırla değil, bir tür özeleştiri olarak yapıyordum çünkü gençliğimi hatırlayınca herhangi bir coşku ya da şiirsel bir nostalji duymuyorum. Düşününce çok geçmeden kendime, “Şu ahmak hâllerimi tekrar görmek istemezdim.” diyorum. Yirmi yaşında kendimle barışık değildim. O yaştayken her açıdan bir ahmak olduğumu düşünüyorum ve şu anki bakışım da o yaşların kendisine yönelttiğim şüpheci tavırdan ileri geliyor, özellikle konu belli bir coşkunluğa gelince.

Bazı eserlerinizi, mesela Kafka üzerine yazdığınız metni, Çekçe yerine Fransızca olarak kaleme aldınız. Bir başka dilde çalışmak yazma biçiminizi değiştirdi mi?

Değişen tek şey çevirmenlerle olan irtibatınız oluyor, çünkü bir yazar, metnine çevirmenin aynasından bakar. Çevirmenlerin yazdıklarınıza karşı tutumlarını devamlı olarak denetleme hâlinde olduğunuz için sizde de bir şeyler değişiyor. Böylelikle başka bir dile çevriliyor olmak sizi müthiş bir netliğe itiyor.

Gelgelelim, çevirmesi en güç olan şeylerden biri de düz yazının kendine has ritmi…

Bilirsiniz, çevirinin temelinde sadakate istekli olmak yatar. Çevirmenlerin çoğunda eksik olan şey de budur. Ritimden dolayı- ritim nedir? Ritim, sözgelimi, kullandığınız noktalama işaretleridir, bir sözcüğün tekrarıdır. Art arda üç cümleye de aynı sözcükle başlarsınız bu şekilde belirli bir ayinsel ritim oluşturursunuz. Sadık olmak için bu yeterlidir. Ahenk, böylelikle tümüyle muhafaza edilir.