Le Corbusier'in gözünden İstanbul
Mimarlık alanında 20. yüzyılın en büyükisimlerinden biri olan Le Corbusier,Modernizm’e ve Uluslararası Üslup’a yaptığıkatkılardan dolayı Modern Mimarlığınkurucusu olarak görülür.
Asıl adı Charles- Edouard Jeanneret olan bu İsviçre doğumlu Fransız mimar, henüz mimari üretime aktif olarak başlamadığı gençlik yıllarındaöğretmeni Charles L’Eplattenier’den onu La Chaux-de-Fonds isimli sanat okulunda mimarlık eğitimi almaya davet eden bir mektup alır. Ancak o arkadaşı Auguste Klipstein ile birlikte 1907 yılında Berlin’den başlayarak Avrupa’yı dolaşa dolaşa 1911’de İstanbul'a varacağı, kendisinin ‘Faydalı Seyahat’ olarak adlandırdığı Şark gezilerini tercih eder.
Balkanlar üzerinden zahmetli bir yolculukla Keşan'a, oradan Edirne'ye ulaşan Jeanneret, defterine ‘Türklerin yaşlı başkenti asaletinden hiçbir şey kaybetmemiş.’ diye başlar izlenimlerine. Selimiye Camisi’ni şehre giydirilmiş muhteşem bir taca benzetir. Edirne’de tanıştığı Türkler onları el üstünde tutmasına çok şaşırır. Girdikleri kahvede, içtikleri kahvenin parasını almayan, hatta kırdıkları bardakların bedelini ödemeye kalkıştıklarında kahvecinin sinirlendiğini yazar. İstanbul’a ayak basmadan önce yol üstündeki Tekirdağ’da bir gece konaklarlar. Çarşıda tanıştıkları Türk tacirler onları akşam yemeği için evlerine davet eder.
Türklerin sıcaklığından hoşnut kalmış, yavaş yavaş şarkın büyüsüne kapılmaya başlamıştır.
Mayıs ayında Tekirdağ’dan bir tekneyle İstanbul’a yola çıktığında ne görmek istediğini biliyordu; zaten bu şehre tapmak için gelmişti:
- “İstanbul’un altın boynuzu üzerinde, bir tebeşir kadar bembeyaz oturmasını istiyordum, Işığın kabaran süt köpüğünü andıran kubbelerin üzerinde çığlık atmasını da istiyordum, minareler yukarı doğru uzanmalı, gökyüzü de masmavi olmalıydı… Parlak ışık altında, yeşil servilerin araya karıştığı beyaza kesmiş bir şehir istiyordum. Denizin bütün mavisi gökyüzünün mavisini yansıtmalıydı.”
On üç saat süren kötü bir deniz yolculuğu sonrası güvertede dört gözle İstanbul’u görmeyi beklerken hayalindeki manzarayla karşılaşamamıştı.
Mayıs yağmurları etkisinde olan İstanbul’un denizi griye dönmüş, Haliç bir bataklığa benzeyecek kadar çamurla dolmuştur. Gördüğü manzara karşısında hayal kırıklığına uğrayan Jeanneret, Üsküdar’ı görmek için arkasına bakmayı bile unutur. Her şeye rağmen defterine ‘Bu yolda çabalamam gerekti, ama en önemlisi, İstanbul’u sevmek istedim’ diye yazar.
Evin olmadığı yerde, mezar vardır. Dolayısıyla, yeryüzüne yerleşilmiştir hep. Onlarda, ülke çöl gibidir; inşaat yapılan yere ağaç da dikilir. Bizdeyse, Şark ile karşılaştırıldığında ülkemiz bir cennet nerdeyse; inşaat yaptığımızda, ağaçları sökeriz. İstanbul bağlık, La Chaux-de-Fonds taşlık bir yer.
Pera’da konaklamaya başlayan Jeanneret, bu semti pek çekici bulmaz. Pera onun gözünde sadece Levantenlerin İstanbul’u izledikleri ama oraya ait olmayan, taş evlerin domino taşları gibi birbiri üstüne tırmandığı, fazladan yer kaplamasın diye binaların arasında tek bir ağacın bile dikilmediği, soğuk, kurak ve kalpsiz bir yerdir. Bunlara rağmen kimlikleri birbirine hiç benzemeyen Pera, İstanbul (Suriçi) ve Üsküdar’ın birbirini tamamladığını ve birbirlerinde asla vazgeçemeyeceklerini düşünür.
Haliç üstündeki Yeni Köprü’den itiş kakış karşıya geçerek İstanbul’un kollarına doğru itildiğinde, önce türbeler ve hazirelerle her biri farklı bir görüntü veren sokaklara dalıyor.
İstanbul’un topografyasının ayrılmaz bir bütünü olarak gördüğü camilere kayıtsız kalamıyor.
Devasa kubbelerin üstünde gökyüzüne doğru yükselen minareleri, avlusunda büyük duvarlarını çevreyen siyahlı-yeşilli servileri, kusursuz geometrisi üstünde süzülerek daireler çizen kuşları tek tek not alıyor defterine. Arkadaşlarının onu camilere gitmemesi konusunda uyarılarına rağmen bir gün batımında en azından birini gezme kararı alıyor.
'Yüzü Mekke'ye dönük sessiz bir yer gerekir. Burasının insanın yüreğinin rahat edebileceği kadar geniş, duaların soluk alabileceği kadar yüksek olması gerekir. Bol, ama yaygın bir ışık gerekir ki gölge düşmesin hiçbir yere, ayrıca bir bütün olarak da kusursuz bir basitlik gerekir; biçimlere bir tür uçsuz bucaksızlık sinmiş olmalı. Seçilen yerin bir meydandan daha büyük olması gerekir, kalabalıkları barındırabilmesi için değil, ibadet etmeye gelenler bu yüce evde bulunduklarını hissedebilecek neşeye ve saygıya sahip olabilsinler diye.
Her şey göz önünde olmalı -içeri girilir ve hep yenilenen, çeltik sapından örülmüş altın sarısı hasırlarla kaplı devasa bir dört köşe alan görülür; hiçbir eşya yoktur, oturacak hiçbir şey yoktur, üstüne Kur'an'lar konulmuş birkaç alçak rahle vardır yalnız; gelip bu sıraların önünde diz çökülür.'
Pera’nın birbiri üstüne tırmanan taş evlerinin aksine İstanbul’un evleri ahşaptır.
Jeanneret, Türklerin bu geniş avlulu evlerde ‘hayal mahsulü hayatlar’ yaşadığını düşünür. Türk ruhu konusunda bir şeyler yazmak istediğinde bir kelime yazar: Sükûnet.
Türklere has bulduğu bu sükûneti ve mistisizmi 23 Temmuz 1911 tarihinde vuku bulan Aksaray yangınında şahit olur. Kaldığı evin penceresinden Harbiye Nezareti binasından alevler yükseldiğini gören Jeanneret, üstüne bir şeyler geçirdiği gibi yangına doğru telaşla koşan insan kalabalığının arasına karışır. Çarşı’ya çıkan sokaklarda, yangından mallarını kurtarmaya çalışan esnafın ağzından tek bir şikayet bile çıkmadığına şahit olur. Bu felaket yüzünden acıyla yüzünü buruşturarak, yumrunu gökyüzüne kaldırıp isyan eden birini göremez:
- ‘Türkler büyük bir ciddiyetle seyrediyorlar yangını; kahveler meydanlara taşmış, ağaçlar da, gökte zincirinden boşanmış, alev uçup duran köz parçalarından ancak koruyabiliyor insanı. Sokak satıcıları şerbetlerini, dondurmalarını, meyvelerini satıyor. Büyük bir tiyatrodaki, duyulmadık bir gösteriyi andırıyor her şey; ne var ki olup bitecekleri bildiği ve de zaten hiçbir şey ilgisini çekmediği için, bıkkın bir kitle seyrediyor bu gösteriyi. İstanbul yüzlerce yıldır yanıp duruyor zaten.’
Sükûnetlerine hayran kaldığı bu insanları defalarca gittiği Çarşı’da pek görememiştir. Üstelik hızlı ve yüksek sesle konuşan Türk tüccarını üçkâğıtçı bulur. Fabrikasyon ürünlerin yabancılara İran’dan geldi, otantik, el yapımı diye pahalı satılmaya çalıştığından şikâyet eder.
İnsan bir dükkâna girmez içeri doğru çekilir, emilir, itilir; makinenin tam ortasına düşer ve de "tava getirilmeye" başlanır. Çenebazlığın akla hayale sığar yanı yoktur, beş altı kişi aynı anda konuşur, her biri kendine doğru çekmek ister; dükkâna girdiğinizde de birçok kişi aynı anda bağıra çağıra korkunç biçimde konuşmaya başlar. Elbette ki sizden önce bilir hepsi de sizin ne istediğinizi.
Şark seyahatinin Ağustos başı İstanbul’dan ayrılan Jeanneret, geri dönüş yolunda defterine “Şarkın tamamı da simgelerden yapılmış gibi geldi” diye yazar. Onun ‘Faydalı Seyahat’ dediği Şark gezisi İstanbul’da son bulur. Sürekli yangınlarla boğuşan bir şehir olduğu için bir gün öleceğini düşündüğü bu şehre Ahırkapı açıklarında son kez bakar ve şunları yazar:
- “Az meyilli çatıların saçaklarının gölgeleri altında koyu mor renkli, cumbalı evlerin pencerelerinin tezyin ettiği mimari ve koyu yeşil renkli ağaçlarla oluşan şehir dokusu, bu büyük abidelerin kidelerinden denize kadar sarkıtılmış muhteşem bir İran halısını hatırlatıyor”