Kütüphanemdeki̇ karga, başka ihtimaller ve Li̇zbon-Pessoa…

ÖMER ERDEM
Abone Ol

Kütüphanemin en üst rafında zarif, mağrur ve dinç bir karga var. Simsiyah gövdesini daha da derinleştiren kara gözleriyle bakıyor. Kargalar hakkında çok akıllı laflar etmeye gerek yok hem ömürleri hem de tecrübeleriyle size pabucu ters giydirebilirler. “Bu karga ne?” diye soranlar oluyor. Lizbon, diyorum onlara, Lizbon’dan. Çünkü karganın yaşadığı, etrafında döndüğü her yer hayat demektir ve Lizbon da Avrupa’nın ucunda, Atlantik Okyanusa bitişik neredeyse son hayat settidir.

Pena Sarayı.

Lizbon kargasıyla tanışmadan önce, bilgeliği ona benzeyen Fernando Pessoa ile tanışmıştım. Yazarlığı, kitapları ve yaşantısı ile her bakımdan ilginç ve tuhaf Pessoa, "Tütüncü Dükkânı" şiiriyle gönlümü çelmişti çoktan. “Portekiz denizi tuzunun ne kadarı halkının gözyaşları” mısraıyla karşılaştığımda ise merakım çoktan zirve yapmıştı. Onunla ilgili ulaşabildiğim hemen her kitabı okurken Lizbon önüme çıkıyordu. Şairler kentleri yaratıyordu aslında. Yahya Kemal’e benzeyen tarafları vardı. İstanbul-Lizbon, Yahya Kemal- Pessoa hattı kurulabilirdi pekâlâ zihnen. Fakat ilkin kaderin saatinin yeterince çalışmasını ve sizin üzerinizde çınlamasını beklemeniz gerekir.

Lizbon ile ilk buluştuğumda şaşırmadım çünkü zihin sekmeleri, anışlar, benzetişler arasında İstanbul’da olduğum duygusuna kapıldım. Lizbon’a karakterini veren Tejo tıpkı bizim Haliç gibi şehrin göğsüne uzanıp orada çalkalanıyordu. Denizci bir ulusun bütün rüyaları ve Fado müziğinin en derin duyuruşları, İstanbul’un yedi tepesini andıran mahallelerin arasında rüya gibi dolaşan eski tramvaylar fakat asıl yanık tenli mütevazı halk gönül çeliyordu. Otelime yerleşir yerleşmez ilk işim Pessoa’nın peşine düşmek, Casa de Pessoa’da şairin izlerini aramaktı. Sonunda seçkin bir ailenin çocuğuydu Pessoa. Huysuz, huzursuz fakat özgündü. Bu evine de yansımıştı. Nisan ayının sonlarında erkenden erguvanlar açmış, yağmur geçişlerinin altında Lizbon altın ülke haline bürünmüştü. Yapılacak yegâne şey, sindire sindire, bıkmadan, yorulmadan sokaklara dalmak, 16. Yüzyıldan itibaren kendine has bir zenginliğe kavuşmuş şehrin dış yüzeyine yansıyan çinilerin şiirine dalmaktı. Hemen her tür balığı hem de uygun fiyatına bulabilir, kendi şehrinizdeymişçesine dolaşabilirdiniz. Eğer, İspanya’yı görmüşseniz, burada da Arap ve İslam etkilerine rastlayabilirsiniz. Sanki ortak ve sıcak bir rüzgâr esmiştir onca kanın, şiddetin ve çatışmanın aralığından.

Rua Augusta Takı.

São Jorge Kalesi.

Sâo Jorge Kalesi’ne çıktığınızda, ki dinlene dinlene, sokaklar arasındaki haliç perçemlerini izleye izleye çıkmanız gerekir, o zaman, Roma, İslam ve Portekiz uygarlığının göz kırpmalarına daha sık rastladınız demektir. İnsan, Lizbon’a dünyada hâlâ rüya bakirliği var diyebilmek için de gelir. İçinizdeki ses şöyle mırıldanır, her köşeyi dönmek her sesi duymak, ışığın ve nasibin bütün oyunlarına katılmak istiyorum. Ve birden kendinizi Belem’de bulursunuz. Belem Kulesi’ne fetihle rüzgâr, okyanusla sonsuzluk arasında dokunan yelken kumaşlarını düşünerek de yaklaşırsınız. Sanki, evet sanki, yeleli bir salan gibi oturur suya karşı Belem Kulesi. İddiası, okyanusu aşmak olan idealist bir imparatorluk denizcisinin kaptan köşküne benzer. Belem, Katolik inancının o katı olduğu kadar disiplinli dini yapılarıyla da donanmıştır. Jeronimo Manastırı, 16. yüzyıl denizcilerine ilahiyat yaratmak için de çatılmış gibidir. Ve Belem’de, uzun kuyruğu göze alarak efsanevi ‘pastel de nata’yı tatmanız gerekir. Ancak ilk ısırığı aldığınız zaman bu formülü sır gibi saklanan tatlının ruhunu yakalayabilirsiniz.

Gülbenkyan Müzesi.

Şiir yazmak isteyenler; ve Doğu’nun Çin ve Japonya dahil bütün sanat şaheserlerinin ışığını yakalamayı düşleyenler mutlaka Gülbenkyan Müzesi’ne gitmeliler. Bay yüzde beş diye şöhret bulan bu petrol zengini parasının büyük kısmını koleksiyonerliğe ayırmıştı. Ben halıdan çiniye, Şehname cildinden tesbihlere, hat sanatından vazolara, hasılı Doğu’nun dile sığmayan çıçınlığına en çok burada şahitlik ettim. Azulejos Müzesi’ne elbette hayran kaldım ama “Suriye üzüm salkımlarına” burada rastladım. Bütün bunlar, modern şiirin kurucusu Pessoa’ya ilham veren şehrin, depremlerle yıkılmış olsa bile hep kendisini yenileme gücünün göstergesiydi. Kütüphanemdeki karganın özgüveni de belki buradan geliyordu. Çünkü, Lizbon gibi şehirler, geze geze bitmez. Lizbon’a girmek için Pessoa okumak bir güzel imkân. Praça do Comércio kapısının önüne oturduğunuzda, arkanızdan bir karganın seslendiğini duyarsanız şaşırmayın, derim.