Krzysztof Kieślowski: Sinema iyi bir nedenle başlar
Krzysztof Kieślowski ile bazısıZbigniew Banas, bazısı ise PatrickZ. McGavin tarafından farklızamanlarda yapılan söyleşilerin birderlemesi olan bu söyleşi, 1989yılının Eylül ayından 1994’ün Ekim’iarasına tarihleniyor.
Yapısı itibarıyla Dekalog’ta daha somut bir düzen ve anlam arayışı olduğu söylenebilir mi?
Bilmiyorum. Dekalog’ta rastlantısal pek çok olay var, çünkü ben belirli bir sebep veya güç anlamına gelen bir şansa inanıyorum. Kaderci değilim fakat kendim de dahil, hayatları tesadüfler tarafından yönetilen çok fazla insan tanıyorum.
Dekalog’taki on filmin bir "bütün" oluşturduğuna inanıyor musunuz?
Söylemesi zor. Filmler belli bir tamlama oluşturacak şekilde tasarlandı ancak asıl ölçüt, insanların zihinlerinde ve kalplerinde nasıl yer edeceği. Benim bu konudaki fikrimin bir önemi yok.
On bölümün sekizinde, ana karakterleri gözetleyen (Artur Barcis’in oynadığı) gizemli bir sima beliriyor. Onun bu yapıyla ilişkisi nedir?
Aslında Dekalog farklı hikâyelere sahip bir film döngüsü, gerçekten bir film dizisi değil. Bu karakterin sağladığı imkân, insanlara aynı şeyi tekrar gördüklerini hatırlatan türde bir varlığı tanıtmak. Ana karakterlerin tümü aynı bölgede yaşıyor ve sürekli birbirleriyle karşılaşıyorlar. O sima her zaman en dramatik anlarda görünüyor ve bir süre izliyor. Hiçbir şey demeden bakıyor ve uzaklaşıyor.
O roldeki oyuncu (Artur Barcis), bana sık sık "Ben kimim? Ne tür bir karakteri oynamalıyım?" diye sorardı. Bunu tam olarak hiç cevaplamadım. Onun gibi bizi izleyen ve hiçbir şey söylemeyen bazı insanlar var, biliyorum. Bence o da onlardan biri.
Hikâyeleri tasarlayıp yazarken iyimser ve kötümser senaryolar arasında bir denge kurmaya çalışıyor muydunuz?
Bu şekilde yaklaşmıyordum. Film sonlarını her zaman ana karakterlerin yolun sonunda daha akıllı, daha çok şey bilen, bir şeylerin idrakine varan veya birbirlerine daha insanca yaklaşan kişilere dönüşecekleri şekilde oluşturdum. Birbirimize karşı son derece kayıtsız olduğumuz gerçeğinin 20. yüzyılın sonlarına doğru en temel sorun olduğu hissine kapılıyorum.
Bir film yapımcısı olarak sanatsal bir ürün yaratma ihtiyacınız ile film yapımcılığının ekonomik koşullarını bağdaştırmak zor mu?
Film yapmak için bir nedene ihtiyacım var. Paraya veya imkâna sahip olmak yeterince iyi bir neden değil. Gerçek bir manevi güç olmalı, önem atfettiğim bir şey olmalı. Şu anda [Eylül 1989] tümüyle boş hissediyorum, kendimi yeniden doldurmam gerekiyor.
Filmleriniz özellikle Polonyalıların hayatlarının sosyal ve kültürel düzenine temas ediyor. Eğer Fransızlar ya da Almanlar hakkında olsalardı dramatik olarak daha farklı olurlar mıydı?
Buna bir cevap vermek zor. Polonya korkunç bir ülke, dayanabildiğimize şaşkınım. Benim oldukça rahat bir hayatım var çünkü tüm dünyayı gezebiliyorum. Gerçek sorunlarımız olduğu için hayali sorunlar aramıyoruz. Polonya son derece zor hayatlara sahip olan çileli insanların ülkesi, dolayısıyla bu da çok ilham verici. Gündelik yaşantımızın aşırılığı insanları akıl almaz derecede gerginleştiriyor.
Biz, merdivenlerden düşen ve her şey canını acıtan biri gibi sürekli ağrıyoruz.
Her gün binlerce kat merdivenden düşüyoruz ve her şey fazlasıyla karışık. Sürekli bir aşağılanmayla karşı karşıyayız. Sürekli isteklerimizden uzak ve kötü bir şekilde yönetilen bir ülkede yaşadığımızı hissediyoruz. Hâliyle her tür acıya karşı çok hassasız. Bu biraz derinin dış katmanını soymak gibi. Sevgi dolu olsa bile her çeşit dokunuş acı veriyor.
Gerçekliğin mümkün kıldığının ötesinde bir şeyin mi peşindesiniz?
Tam olarak öyle. Fakat bu arayış beyhude. Kör bir arayış bu, ama bastonsuz olanından. Yalnızca takip etmemiz gereken işaretleri değil, önümüzde duran engelleri de bilmiyoruz.
Kör Talih ve Dekalog’un bazı kısımlarında Veroniqe’in İkili Yaşamı’nın hikâyesinden yansımalar bulunuyor.
Bu film (Veronique’in İkili Yaşamı) her şeyden önce -her ne kadar bilinçaltında gerçekleşse bile- kişinin başkalarının deneyimlerinden ders çıkarma olasılığı hakkında. Şans bu filmde pek yer almıyor. Böylesi bir insanlık yaptığı hatalardan elbette ders almıyor, ama tek bir kişi olunca durum değişiyor.
Dekalog’ta dokuz farklı görüntü yönetmeniyle çalıştınız, Üç Renk’in her biri farklı bir görüntü yönetmenleriyle çekildi. Belirli bir tarz veya niteliğe nasıl ulaşıyorsunuz?
Konuya göre değişiyor. Öldürme Üzerine Kısa Bir Film’in ham bir hikâyesi vardı, bu yüzden benzer bir yaklaşımı gerektiriyordu. Veronique’in İkili Yaşamı’nın tarzına karar vermemde filmin oldukça şiirsel olması etkili oldu. Temel görsel tasarımlar satırların arasında yazılıdır, zeki bir kameraman bunu anlayacaktır.
Veronique’in İkili Yaşamı’nda ve Üç Renk üçlemesinde derin bir idiyetsizlik ve "sürgüne gönderilmiş bir sanatçı" hissi seziliyor. Bu his Polonya’ya karşı duyduğunuz yabancılaşmadan mı kaynaklı?
Ben bir Polonyalıyım. Varşova’da yaşıyorum. Kim olduğum konusunda şüphelerim yok. Bu (dört) filmin senaryolarını birbiri ardına (Krzysztof Piesiewicz ile ben) yazdık. Yazmak için oturduğumuzda her birinin konsepti aklımızdaydı. Fikirlerin gündelik yaşantıdaki tezahürlerini görmek için bireysel hikâyeler kullandık. Bu fikirler herkesi ilgilendiriyor. Benimle ya da nereden geldiğimle bir alakaları yok.
Oyuncularla çalışma şeklinizi nasıl nitelendirirdiniz? Kadınları yönlendirirken yönetmen ile oyuncu arasında sıradışı bir bağ oluşmasını sağlayan hassas bir yöntem kullanıyor gibi görünüyorsunuz.
Kadın oyuncularımın tümüne bir özgürlük tanımaya çalışıyorum, filme mesleklerinden fazlasını kazandırdıklarını hissetmelerini sağlıyorum. Kendi yaşam tecrübelerini kullanıyorlar, ben de bundan besleniyorum. Onları tüm erdemleri ve hatalarıyla, tüm histerileriyle seviyorum. Oturup günlerce ve haftalarca yalnızca sohbet ettiğimiz oluyor. Kadın karakterler konusunda benim için en büyük sorun, öncesinde doğru oyuncuyu bulabilmek. Eğer ben doğru oyuncuyu bulabilirsem eminim o da söylemek istedikleri için en doğru vasıtayı bulabilir.
Bir film yapımcısı olarak kendi rolünüzü nasıl görüyorsunuz?
Tüm bu düşünce ve fikirlerin kültürü ve çevrenizdeki insanları nasıl etkilediğini izlemek, itinayla gözlemlemek ve kayda geçirmek.
Uluslararası sinemanın durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Dünya sinemasında bir kriz yaşadığımızı düşünüyorum. Bir kültür krizi bu. Sinemada belli bir dönem çoktan sonlandı ve hâlihazırda yeni bir dönemi beklemekteyiz. Bir şeylerin değişmesi gerekiyor. Tüm işaretler bir yüzyılın bitişine işaret ediyor ki bu da genelde kültür alanında kayda değer bir krizle ilişkilidir. Her şeyi en dolambaçsız ve açık hâliyle söyleme dönemi bitti.
Size Üç Renk: Kırmızı’nın son filminiz olabileceğini düşündüren nedir?
Başka ne yapabilirim bilmiyorum. Tüm bu filmleri çektim ve artık sürekli aynı filmi çektiğim duygusuna kapılıyorum. 1987’den beri on dört film çektim, payıma düşenden fazlasını çektim. Artık diğerlerine ne yapabileceklerini göstermeleri için izin vermenin zamanı.
- Söyleşi: Zbigniew Banas, Patrick Z. Mcgavin
- Çeviren: Zeynep Kantarcı