Kendi hislerinin sekreteri: Cioran
Cioran seksen dört yaşında öldü. Çocuğu olmadı, hiç evlenmedi. Bir antinatalistti. İnsan türünün üremesinin bir felaket olduğunu düşünüyordu. Yaşamaktan nefret ediyordu, ölümden de. Babası bir papazdı. Zaten Avrupalı dindar ailelerin oğulları olmasa Çağdaş Batı Felsefesi diye bir etkinlikten söz etmek imkânsız olur. Cioran da dindar bir ailede doğdu, büyüdü ve…
Büyük sanatçıların, büyük filozofların, büyük yazarların biyografilerinde ortak bir motif var: Sıradanlık. Maceralı, rengârenk, aksiyon dolu günler ve saatler, sanatsal ve felsefi üretimin çok uzağında kalıyor çoğunlukla. Cioran neredeyse altmış yıl Paris’te bir çatı katında yaşadı. Hayatında büyük dalgalanmalar, derin travmalar, coşkulu mutluluklar olmadı. İnsanın dünyaya atılmışlığının trajedisini sürekli manşetten duyuran bir gazete gibi yaşadı. O umutsuzluğun nöbetçi eczanesiydi.
Cioran için modernizmin vicdan azabı diyebilir miyiz? Bence vicdan azabından çok vasiyetnamesi demek daha doğru. Cioran hayatı boyunca çalışmadı. Hiçbir şey yaparak yaşadı. Sadece yazdı. Stendhal’in mezar taşına “Yaşadı, âşık oldu ve yazdı.” cümlesi kazınmıştır. Cioran aşık da olmadı. Yaşadı ve yazdı. Bu kadar. Eğer üçüncü bir şey yapmak istese bu intihar olurdu. Modernizmin nasihatnamesiydi. Çünkü modern hayata dinamizm katan, dirlik veren her adımın ‘boşunalığını’ garanti ederek yazıyordu. Tanrının en büyük günahı ‘tarih’ olarak bildiğimiz şeydi ona göre.
O çoğu metninde vazgeçmenin iktidarından bahseder. Ona göre insan kendi imkânlarının efendisi olan varlıktır. İddia sahibi olmak bir komedi dizisinin repliği olabilir ancak. Kurtuluş fikri bir şakadır. Üst düzey bir karamsarlık yani.
Cioran klasik felsefe tarihine yakışmayan bir isim. Aristoteles’ten Kant’a filozoflar hep bir tartışma programına katılmış konuklar gibidir. Düşüncelerini söyler, karşıt argümanlara cevaplar yetiştirir, eleştirir ve eleştirilirler. Oysa Cioran tartışmaz. Gerçeği bulmaya çalışmaz. Felsefenin idealleri onun umurunda değildir. Diyaloga girmeyi boşuna ve faydasız bulur.
“Benim için yazma eylemi Tanrıyla buluşmaktır. Bir yalnızın bir başka yalnızla yüz yüze gelmesidir. En büyük yalnızlıkla karşı karşıya gelmektir.” Böyle diyor Cioran. Yazmak ona göre tek gerçek insan faaliyetidir. En büyük tesellidir. Zamanın yokluğa ittiği kişinin belki de tek silahıdır. Cioran sadece yazdı. Oluşturduğu felsefenin aksine her cümlesi onu umutsuzluğun doruklarında teneffüse çıkarıyordu. Hep bir soluk aradı hayatı boyunca. Onu bu doruklardan kurtaracak bir temiz havayı solumayı bekledi. Beklentisi gerçekleşmedi ama.
“Unutan iyileşir.” diyen Cioran ölümüne yakın alzheimer hastası olmuştu. Hiçbir şey hatırlamıyordu. Evinin adresini bile. Artık intihar etmek bir mecburiyet hâline gelmişti. Ama yine de intihar etmedi. Belki de edemedi. Kendi intiharına geç kalmıştı. İntihar hazırlıkları yaparken hafıza kurşununa kurban gitmişti.
Ezra Pound şiir için “News that stay news.” der. Yani her zaman haber kalan haber. Cioran bir yazardı her şeyden önce. Her zaman yazar kalan bir yazar. Üzülürken, şaka yaparken, sinirlenirken... Yazmaktan başka yaşamak için onu motive eden hiçbir şey yoktu. Dünyaya gelmek bir felaketti ve her felaketten sonra insan biraz geveze olurdu. Cioran, yazmak eylemine böyle bir misyon yüklüyordu.
Cioran’ın giriş kapısında şu cümleler yazılıdır: “Kendimi mekâna, bir körün gözyaşı gibi bırakırım. Ben kimin iradesiyimdir? İçimdeki isteyen, kimdir? Bir iblisin insana karşı bir fesat tasarlamasını isterdim: katılırdım buna. Arzularımın cenaze merasiminde kafamın karışmasından bezmiş bir halde, nihayet ideal bir bahanem olurdu. Zira, can sıkıntısı hiçbir inanç adına yaşamayıp hiçbir inanç adına ölmeyenlerin çektikleri azabın adıdır.''
Türkiye’de Allah’a inanan insanlar Cioran’ı sever. Mesela Heidegger’i de severler. Tıpkı Nietzsche’yi sevdikleri gibi. Peki neden? Bu üç isim de hiçbir zaman “Var mı? diye sormazlar çünkü. Bu soruyu soranın cevabı bellidir. İnanç, soru işaretinin olmadığı bir noktalama sistemidir. Sormadan yok demek de bir inanma biçimidir çünkü.