Kaybolan bir şehrin ardından: Yahya Kemal'in Üsküp'ü
Ahmet Âgâh ve Üsküp. Bir şehrin, kaybolan bir şehrin hikâyesi.2 Aralık 1884’te Üsküp’ün İshakiyye Mahallesi’ndeki Gazi İshakBey Camii’nin hemen yanı başındaki bir konakta dünyayagözlerini açan bir çocuk. Ahmet Âgâh’ın ağzında annesininsütü ve ömrü boyunca çağıldayacak o berrak Türkçesiylesesini aramaya revan olması, Yahya Kemâl olmaya giden osarp ve yalnız yolun da başlangıç hikâyesi sayılır. Aynı ses, aynıköpük, aynı vatan, aynı şiir, aynı savaş ve aynı şehir. Herkesbunu öyle bilir ki büyük Türk şairi Yahya Kemal Beyatlı’nınhayatı en çok şu üç başlıkla anılır ve anlaşılır: Üsküp, Parisve İstanbul.
- "Üsküp’ü severim.
- Zira orada doğdum.
- Çünkü çok Türk.
- Benim zihniyetime çok tesiri oldu"
- Yahya Kemal
Üsküp, doğup büyüdüğü, kimliğini tanıdığı, ses bayrağını göndere çektiği ve benliğini inşa ettiği mekân olarak, yıllar boyunca içinde kor gibi sakladığı uzun ve bitimsiz bir anne hasretidir aslında. Üsküp; evi, öğretmeni, ocağı ve annesidir şairin. Bu şehirde Ahmet Âgâh’tır ama; şiiri, sesi ve hikâyesiyle Yahya Kemal olmaya azmetmiştir. Yani şehir eve dönüşmüş, kimliğiyle şiirleşmiştir.
1884-1902 yılları arasında ömrünün en güzel 18 yılını geçirdiği Üsküp şehri, bir kıyametin arifesinde, yorgun balkan topraklarının kalbinde nöbet bekleyen bir serhattir.
Felaket gelmek üzeredir ve benliğinde hissettiği asaletiyle bir Türk gibi evinde karşılar bu kıyameti şair. Felaketlerin ortasında bir göçebe, şehir şehir dolaşmaya çıkmadan hemen önce, o güzel Üsküp’te, bey hânedanlarının soyundan bir kıza... Evet, Üsküp türküleri eşliğinde şiire aşkla başlamak düşmüştür payına. Sonra Sultan Murad Camii’nde bayram namazları, Eski Çarşı’da çocuklar gibi şen, Vardar Nehri kıyısında bir akşam, Şar Dağları’ndan çağlayan uzak ve yakın bir Türkeli, adı Bursa. Şar Dağları’na karşılıklı olarak Rumeli ve Anadolu namıyla ellerini uzatmış iki kader arkadaşı; Üsküp ile Bursa. Son yeniçeri Deli Ahmed’in üryan avazından dinlediği bütün Rumeli türküleri, akıncı destanları, kılıç şakırtıları ve serhat şarkıları kulağındadır. Tuna, Budin, Estergon, Mohaç, Plevne dört nala koşturur içinde. İlk kez annesinden duyduğu Yunus ilâhileri, Üsküp efsaneleri, Balkan ezgileri ve en güzel makamıyla o ezan sesleri…
"Ben Paris’te iken bile, hiç münasebeti olmadığı hâlde, kulaklarıma Üsküp’teki ezan seslerinin bir hâtıra gibi aksedip beni bir nostalji içinde bıraktığını hissettiğim anlar olmuştur… Lâkin bu sesler, beni bütün ömrümce bırakmış değildir."
Çoğu yerini anlamadığı hâlde, büyük bir huşuyla annesinin yüksek sesle ve makamla okuyuşundan dinlediği, "o mısralar bana bizim öz maceramız, evimizin, mahallemizin, Üsküp’ün ve müphem surette bütün milletimizin dünya ve âhiret macerası gibi gelirdi" sözleriyle andığı "Muhammediye"yle yoğrulmuştur Yahya Kemâl’in ruhu. Bugün Vardar Nehri’nin her manada ikiye ayırdığı modern Üsküp’ün kuzeyinde bu ruhun/mirasın ayak izlerine rastlamak mümkündür hâlâ. "Balkan Çınarı" lakaplı, Makedonyalı Türk şair İlhami Emin'in şu sözleri mühim: "Üsküp tarihe Yahya Kemal’le bağlıdır. Bu şehri Yahya Kemal’siz düşündüğümüz zaman sanki son Türk de Üsküp’ü terk edip gitmiş gibi olur."
Ben Üsküp’te değilim, Üsküp benim içimde!
Yahya Kemâl’in Üsküp’teki hatıraları, Ahmet Âgah adıyla doğduğu karaağaçlar altındaki evinden başlayarak, dadısı Zeynep’in ikâmetine, annesinin vefatıyla taşındıkları Muhacir Mahallesi’nden, Serova deresi kıyısındaki akraba konağına değin uzanıyor. Bugün bu evlerin fiziki varlığından bahsedemiyoruz ama manevi hatıraları hâlâ yaşıyor. Vodno'dan güzel Üsküp'e uzun uzun bakıp, ruh dindiren Rufai Tekkesi'ni ziyaret ettikten sonra, şairin annesinin huzurla uyuduğu İsa Bey Camii'ne gitmek mesela. Ve Türk Çarşısı’nı, İshakiye Mahallesi’ni, Kurşunlu Hanı, Taşköprü'yü ziyaret ederek bir şehrin ruhuna göçmek. Bu yürüyüş ve ziyaretlerin hepsi Yahya Kemâl’e ulaşan bir yolculuğun adımları olarak kabul edilir. Üsküp’ü adımlamak, Yahya Kemal’in ruhunda gezinmektir biraz da.
Talebesi Tanpınar’ın deyişiyle "muhacir bir kuş" olarak Üsküp’ten havalandıktan sonra, sırasıyla Selanik, İstanbul, Paris, Varşova, Madrid, Lizbon ve Pakistan’a uzanan bir hatta, yerleşik, yurtsuz, göçebe bir hayatın tam ortasına düşmüştür Yahya Kemal. Ama ne gam! Cihanı gezse de o bir İstanbul şairidir. Aziz İstanbul’un kalemi ve sesidir her dem. Yine de onu doğup büyüdüğü, ilk şiirini yazdığı, ilk kez âşık olduğu, sokaklarında koşturduğu, türkülerini ve ezanlarını dinlediği ve toprağına annesini emanet ettiği güzel Üsküp’ten, Türk Üsküp’ten, yani ilk vatanından ayrı düşünmenin bir mümkünü yoktur. Kelimenin tam anlamıyla Üsküplü bir İstanbul şairidir Yahya Kemal. Öyledir, İstanbul fethedildiğinde, Üsküp 61 yaşında kıdemli bir Müslüman şehriydi.
Yerini en iyi o bilir. Tarihin kalbinde saklı bir mevzidir çünkü. Bu sebeple şairin zihninde yalnızca eski bir çocukluk hatırasına değil, kimlik ve bilinç gibi zamana doğru genişleyen başka anlamlara tekabül eder. Şair baktıkça şehir derinleşir ve kendi ruhuna yaslanarak zamana karşı direnir.
Yahya Kemal’in, "Üsküp'ün en mübarek tepesi" olarak andığı, tüm güzelliği ve görkemiyle bugüne kalan Sultan Murat Camii’nin bulunduğu yer, şairin gözünden kadim Üsküp’ü anlatır. İşte o tepeden kalkar bütün sessiz gemiler. Dönülmez akşamın ufku en güzel o tepeden seyredilir. Türk Üsküp’ün ruh mimarları İsa Bey ile İshak Bey şehri buradan selamlar. Âmin alayları, Selanik treni, bayram sabahları, Rakofça kırları ve kaybolan bir şehrin son dizeleri kalır geriye. O kadim Üsküp artık kaybolmuştur. Ama Yahya Kemal yaşadıkça, bir imkân ve anlam olarak tarihsel varlığını ebediyen sürdürecektir.
Üsküp bizde ve bizimledir. Yahya Kemal yaşadıkça…
- "Kalbimde bir hayâli kalıp kaybolan şehir!
- Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir!
- Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene
- Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene!"