Kavafis'in içindeki şehir: İskenderiye
Akdeniz’in başladığı ve bittiği yer. Feneri vekütüphanesiyle efsanevi bir tarihin tanığı. Mısır’ın uzaknefesi İskenderiye. Büyük İskender’in şehri. Doğu-Batıidealinin cisimleşmiş hali. Dünyanın en eski şehirlerindenbiri olan İskenderiye’de, görkemli Kayıtbay Kalesi’ninönünde masmavi ufka gözlerinizi yaslamışken,İskenderiye Feneri’nin yıkıntılarıyla yapılmış bir duvarınanlamını düşünmek mesela. İskenderiye’yi savunmak veİskenderiye’de yaşamak, bu ikisi aynı şey galiba.
"Sonunda İskenderiye’ye alıştım ve zengin de olsam, büyük olasılıkla burada kalırım artık. Ama nasıl da ağır geliyor bu bana, ne zorlukları, ne ağırlıkları var küçük bir kentin – ne büyük bir özgürlük yoksulluğu." Kavafis
Akdeniz’in başladığı ve bittiği yer. Feneri ve kütüphanesiyle efsanevi bir tarihin tanığı. Mısır’ın uzak nefesi İskenderiye. Büyük İskender’in şehri. Doğu-Batı idealinin cisimleşmiş hali. Dünyanın en eski şehirlerinden biri olan İskenderiye’de, görkemli Kayıtbay Kalesi’nin önünde masmavi ufka gözlerinizi yaslamışken, İskenderiye Feneri’nin yıkıntılarıyla yapılmış bir duvarın anlamını düşünmek mesela.
İskenderiye’yi savunmak ve İskenderiye’de yaşamak, bu ikisi aynı şey galiba.
Çağdaş Yunan edebiyatının zor şairi Kavafis, 1863’ün baharında bu şehirde, namlı ve yaslı İskenderiye’de doğdu. 70 yıllık hayat savaşının ana karargâhı da hep bu şehir oldu. Barbarlarını burada bekledi, şiirini burada söyledi, o kusursuz zırhını tam burada giydi. Memur oldu, sürgün oldu, şair oldu, kanser oldu. Ne olduysa burada oldu, İskenderiye’de. İki kez ayrıldı karargâhından. İlki babasının ölümü nedeniyle 9 yaşındayken 6 yıl süren İngiltere sürgünüydü, ikincisi İngiliz işgali nedeniyle 19 yaşındayken 3 yıl süren İstanbul macerası, bu iki mecburi ayrılışında da zenginleşerek döndü yuvasına Kavafis. Şiirini ve sesini tahkim edecek; farklı okumalara, başka dillere, ulaşılmaz kitaplara, öteki insanlara ve kadim kültürlere düşecekti yolu. İki seyahatinde de konuştu, anladı, yazdı, okudu ve zihnine yeni koridorlar açarak, her seferinde olduğu gibi yine geri döndü. Şiirine, kaderine, evine, ebedi şehri İskenderiye’ye.
Kavafis ve içindeki şehir. Her sabah Rum mahallesindeki evinden çıkıp, nefret ettiği işine doğru yürüyerek alışmaya çalıştığı o hayat. Geçim sıkıntısının iç sıkıntısına galip geldiği zamanlar. Yürüyerek işe gitmek, ya da belki sürünerek, kıvranarak. Öfkesiyle ayaklarına nam saldığı, emekli olana kadar sürecek bu 30 yıl boyunca, içindeki şiiri kışkırtmanın bir yolunu bulacaktı şair. Sıkıcı ve hatta azap dolu memur mesaisinden, o arındırıcı şiir ülkesine doğru kaçarak yaşadı. Maişet derdi büyüktü ama azığını kaleminden bildi yine de. İş arkadaşı İbrahim el Kayar’ın o büyük kaçışa dipnotu şöyledir: "Aşırı titiz ve çok dikkatliydi ama mesai bitiminde arkasından atlı kovalıyormuş gibi kaçarcasına çıkardı bürodan."
Kavafis’in şiiri her daim genç kaldı ve sesi evrensel bir melodiyle tüm dünyada yankılandı. Gençliğinin ateşiyle yazmadı, dizelerini yok etti, yazdıklarını beğenmedi, yıllar içinde demini aldı. En iyi kumaşlarını 40’ından sonra ortaya çıkaran yalnız bir terziydi sanki. Belki de bu yüzden kendisini "yaşlılığın şairi" olarak adlandırdı. Şiirlerinin mekânı, doğduğu ve her seferinde dönmeyi başardığı İskenderiye’ydi. Kalemi, şehrin çok kültürlü kozmopolit yapısından fazlasıyla etkilendi ama Kavafis’inİskenderiye’sinin merkezinde her daim Yunan dilinin hakimiyeti vardı.
O Konstantinos Kavafis’ti, Yunan kültürünün şairiydi yani.
Bundan hiç vazgeçmeyi düşünmedi. Ama kendisini klasik bir Atinalı, Spartalı olarak değil, diasporanın kültürel zenginliği içinde yetişmiş Yunan asıllı bir İskenderiyeli olarak gördü. Evinden uzakta bir şairdi, ama yaşadığı yeri evi bildi. İçinde yurdunu gezdirip durdu.
Lepsius Sokağı numara 10, ömrünü geçirdiği sığınağında yalnızlığıyla baş başa bir şair. Evinin alt katındaki batakhane, hemen yanı başında duran kilise ve karşı sokağındaki hastane. Sığınağını çevreleyen üç mekân; eğlence, merhamet ve son durak. Rahipler, hayat kadınları ve doktorlarla uzun uzadıya süren bir komşuluk. 1910 yılında yayınladığı "Kent" adlı şiirinde, içindeki şehirden ve o uzak İskenderiye’den bahsedecekti, göğsünde sabır ve yalnızlık:
- "Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın. /
- Bu şehir arkandan gelecektir. /
- Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın, aynı mahallede kocayacaksın; /
- aynı evlerde kır düşecek saçlarına. /
- Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda. Başka bir şey umma"
Kavafis kansere yakalandığında vakit 1932’nin Haziran’ıydı. Boğazını ateşler basmıştır. Gırtlak kanseri. Önce sesini kaybeder, sonra kalbini. Evinin karşısındaki hastanede kapatır o meşhur şair gözlerini. İskenderiye geride kalır ve ardından 154 şiir. Koynunda Helen alfabesi, dilinde Fener Rumcası, kalbinde dünya haritası. Trianon ve Adonis kahvehanelerinde dostlarıyla yaptığı akşam sohbetleri kalır geriye, Aziz Saba Kilisesi’nin güzel kapısı, Yeniköy-Atina-Londra hattı ve Akdeniz’in mavisi.Lepsius Sokağı kalır geriye, Nil nehri kıyılarındaki bereketli pamuk tarlaları ve evden işe yürüdüğü dünyanın o en güzel ve en uzun yolu. Gençliğinin hoyrat günleri kalır geriye, tarihin içinde ideal bir mekân olarak düşündüğü, düşlediği bir masal kent, dönüp dolaşıp geldiği o İskenderiye kalır en çok geriye. Barbarlarını burada bekledi Kavafis, yeni bir ülke bulamadı, İngilizlerle asla uzlaşmadı, şiirden muhkem bir ülke kurdu kendine. Nasıl diyordu şiirinde;
- "Birdenbire duyarsan geceyarısı / görünmeyen bir alayın geçtiğini / eşsiz ezgilerle, seslerle- / artık boyun eğen yazgına başarısız / yapıtlarına, tasarladığın işlere / hepsi aldanışlarla biten- / ağlamayasın boş yere. / Çoktan hazırmış gibi bir yiğit gibi / hoşçakal de ona, giden İskenderiye’ye"
Kayıtbay Kalesi önünde Kavafis’i düşünüyorum. Bıraktığım her şehir arkamdan geliyor. Akdeniz kollarımdan tutup kaldırıyor beni. Barbarlarımı bekliyorum. Hiçbir şey ummuyorum. İçimde hoşçakallar. Başka bir ülke yok ve başka bir deniz. Biliyorum ve bekliyorum.