Javier Marías: ‘Gerçek olan’ her daim sizinle kalandır
Bu söyleşi The White Review tarafından Kasım 2013’te gerçekleştirilmiştir.
Çocukluğunuz İspanya ile Amerika arasında geçmiş.
Çocukluğumda çok kısa iki dönem Amerika’da bulundum, ilkinde bebek olduğum için o sayılmaz bile. 1951’de Madrid’de doğdum; o yıl babamı bir Amerikan üniversitesi işe almış. Babam iç savaş bitince profesör ya da yazar olacakmış ama İspanya’da ikisini de olamamış, izin vermemişler. Tesadüf bu ya, doğduğum gün babamın gitmesi gerekmiş. Babamın anlattığına göre: doğmuşum, benimle el sıkışmış ve gitmiş. Yalnızca doğumum onu dehşete düşürdüğü için gitmemiş ama durum öyle gelişmiş.
İlk kitabınız Kurt Mıntıkası’nın Amerikan sinemasına bir övgü olduğunu söylemiştiniz.
Kurt Mıntıkası’nı son derece bilinçsiz ve sorumsuz bir şekilde kaleme aldım, bana on iki-on üç yaşlarındaki yazma biçimimi anımsatıyor. Yazmaya, sevdiğim türde daha fazla kitap okuyabilmek için başladım. Öykündüğüm için yazmaya başladım. Öykünme, unutulmaya yüz tutmuş asil bir sözcüktür, taklitten ve intihalden farklıdır, şahane bir şeydir. Hayranlık beslediğiniz ve keyif aldığınız her ne ise, onun benzerini üretmek istersiniz. Bu arzu bir şeyler yapabilmek adına şahane bir teşviktir. Genç yaşlarda William Brown’un öykülerini ve silahşor romanlarını çok severdim. Bu kitapları okumayı bitirir bitirmez kendime, “Bunun gibi daha fazla kitap okumak istiyorum.” dedim ve tek olanağım, harekete geçmemdi. Kurt Mıntıkası, yayıncılıktan bihaber olup yalnızca eğlenmek için yazan, yalnızca yazmak için yazan aynı sorumsuz ruh hâlinde kaleme alındı. Yalnızca “Bakın ne yaptım,” diyebilmek adına birkaç arkadaşıma gösterdim, aklımdaki tek düşünce buydu. Sonra yayımlandı, daha doğrusu yazdığım şeyi beğenen birinin eline geçmiş ve yayımlatılmış. On dokuz yaşında kitap değerlendirmeleri olan biri olarak buldum kendimi. Bu değerlendirmelerin bazılarında birtakım eleştirmenler -iyimser davrandıklarını söyleyebilirim- romanın yaratıcılık, düş gücü ve hız bakımından gerçekten de bir değer taşıdığını söylediler. Romanım iyi kötü bir övgüye mazhar olmuştu, ama sık sık aldığı bir eleştiri de vardı: Kendi dünyası, etrafında olup bitenler, bizim sorunlarımız, İspanya ve mevcut durum hakkında yazmak varken bu genç adam niçin bunlardan söz ediyordu? Tabii o zaman sene 1971’di, toplumsal gerçekçi roman denilen şey hâlâ revaçta sayılırdı.
“Yeterince İspanyol” olmamanız, size yöneltilen yaygın bir suçlama. Âdeta bir çeviri diliyle yazdığınız pek çok kez söylendi.
Bu sebeple senelerce suçlandım. İkinci romanım Britanyalı karakterleri ve Güney ya da Kuzey Kutbuna yapılan tuhaf bir yolculuğu içeriyordu, hangisine olduğunu hatırlamıyorum. Adı Voyage Along the Horizon’du, 1973’te yayımlanmıştı. İlk iki romanımın İspanya’yla, İspanyollarla veya siyasi meselelerle hiçbir alâkası yoktu. Bazı kişiler kendi kitaplarını İspanyolcaya çeviren İngiliz bir yazar olduğumu söylemeye başladı. İspanyolcamın sözdizimi bakımından hatalarla dolu olduğu söylendi ki bu doğru; dilin sözdizim kurallarını fazlasıyla zorladım. Bunu yapmamın tek nedeni İngilizce bilgim değil. Dillerin, bazı akademisyenlerin razı geldiklerinden daha esnek olmaları gerektiğini düşünüyorum. “Yabancı yazar” etiketinin hikâyesi budur, benim için oldukça onur kırıcıydı ama uzun süren kariyerim boyunca daha farklı şekillerde de etiketlendim. En sonunda iyi bir yazar olarak kabul gördüm fakat “fazla zeki,” “kafası fazla çalışan,” “fazla soğuk” biri olarak görüldüm. Romanlarımın özellikle soğuk sıfatıyla nitelendirilebileceğini düşünmüyorum, tutkulu ya da en azından şiirsel denebilecek pasajlarım da var. Daha sonra bir başka dönemde de, “Evet ama kadın okurlar için yazıyor,” denildi, sanki bu kötü bir şeymiş gibi. Bu da doğru değil, her türden okura sahibim. Aslında herkesin erkekten fazla kadın okuru vardır çünkü kadınlar erkeklerden daha çok okuyor. Sizi sevmeyen insanlar size aşağılayıcı etiketler yapıştırmaya çalışırlar. Bu yaftalamalar kendiliğinden geçersiz hâle geldiğinde ise neden bilmem, bir başka şey bulurlar. Kendi ülkemde, edebiyat kuruluşundaki meslektaşlarımın desteğinden çok tepkilerini hissettim, bütün eleştirmenlerin değil ama çoğunun.
Çevirmenliğinizin kendi eserlerinize bir etkisi oldu mu?
Bu konuda söyleyebileceğim şey şu: evet, muhtemelen. Eğer hem bir çevirmen hem de bir yazarsanız ve gerçekten iyi metinler çeviriyorsanız isteseniz de istemeseniz de yoğun bir şekilde etkileniyorsunuz. Browne’dan Sterne’e, Conrad’dan Thomas Hardy’e, Faulkner’ın, Nabokov’un, Stevens’ın, Auden’ın, Asbery ve Stevenson’ın şiirlerine, Yeats’in ve Tennyson’ın düzyazılarına değin çevirdiğim neredeyse her metin mükemmeldi. Çok fazla şey öğreniyorsunuz, eserle çok fazla vakit geçiriyorsunuz. Bu defalarca söylenmiştir ama, hepsinden önemlisi çevirmen ayrıcalıklı bir okur ve ayrıcalıklı bir yazardır. Çevirmenin yaptığı, şahane bir yazarın yazdığını tümüyle farklı bir dilde yeniden yazmaktır. Sözcükler artık onun sözcükleridir, elbette metne sadık kalmaya çalışır ancak kendi seçimlerini yapmayı her zaman sürdürür.
Borges, çevirinin son derece mütevazı bir alan olmasına rağmen dünyadaki en büyük mucizelerden biri olduğunu söylemiştir. Ona göre metin, kendisini mümkün kılan her şeyi -yani ana dilini- kaybetse bile çeviri sayesinde aynı kalabilir. Eserlerini çevirdiğim yazarlardan çok şey öğrendim, etkisi kitaplarımda açıkça görülüyor. Bazı kitaplar, mesela Sir Thomas Browne veya romanlarında zamanı ele alış biçimiyle Sterne, bende benim de farkında olduğum büyük bir tesir yarattı.
Hususi olarak bir tür sözdizimi geliştirdiğinizden bahsettiniz, bir başka yerde de şairler nasıl anjambuman kullanıyorsa sizin de aynı şekilde virgülü tercih ettiğinizi söylemiştiniz. Kendi söz dizimi anlayışınızdan biraz söz edebilir misiniz?
Bu konuya yaklaşımım herhangi bir edebi metin ve şiirde esas gerekli gördüğüm şeyle ilgili; bu da ritim ve hızdır. Müzikal nitelik veya ahenk, adına her ne denirse, yazarken aldırmazlık edemediğim bir unsur. Üzerine çalışılmış veya titizlikle işlenmiş bir şey değil tabii, aslında buna bir nevi yazarın sahip olduğu zaman algısı da denebilir. Bazı zamanlar, sözünü ettiğim âhenk ve ritme engel olduğunu düşündüğüm için sözüm ona elzem görülen virgülleri çıkarıyorum, bazen de nokta yerine virgül kullanıyorum. Her sayfa üzerine fazlasıyla çalışıyorum. Romanlarımı hiçbir zaman iki versiyonu olacak şekilde yazmam ancak her sayfamın elimde pek çok örneği olur, eğer bittiyse ve daha iyisini yapamıyorsam yazıcıya gider. Belirli bir sayfayı yazıyorsam, âdeta bir şair gibi, o sayfa kitabın geri kalanından bağımsızmış gibi davranırım; tek farkım vezin gibi bir kaygımın olmamasıdır.
Düzyazının âhenkli olabileceğini düşünüyor musunuz? Sizce yarattıkları etki bakımından müzik ve edebiyat mukayese edilebilir mi?
Keşke öyle olsalardı ama kıyaslanabilir olduklarını zannetmiyorum. Müziği en üstün sanat dalı olarak gördüğümü daha önce söylemiştim, bazen müziğin yazıyla yaptığına benzer bir şeyler yapabilmeyi istiyorum. Tabii ikisi birbirinden her zaman farklıdır çünkü kelimeler anlamla yüklüdür. Fazla deneysel bir şeyler üretmediğiniz sürece kelimelerin anlamları her zaman oradadır.
Müzik olağanüstü bir niteliğe sahiptir. Hiçbir kelime barındırmadığı hâlde birkaç notanın insanı neden keyiflendirdiği, melankoliye sürüklediği ya da üzdüğü bana hep çok gizemli gelir. Âhenk ve ritim mühim, hatta elzemdir.
Kimi zaman bana, “Yazarlığınızı nasıl tanımlıyorsunuz? Okuması pek kolay bir yazar değilsiniz ama yine de çok sayıda okurunuz var...” diyorlar. Kitaplarım dünya çapında yedi milyonu aşkın sayıda sattı, bu da benim gibi bir yazar için oldukça fazla bir rakam. Bu sorunun cevabını tam olarak bilmiyorum, belki de yazılarım bazen biraz -bu sıfatları başkalarından sık sık duyuyorum- “hipnotize edici,” “büyüleyici,” olabildiği içindir.
Karasevdalılar romanınızı kadın bir anlatıcının gözünden yazdınız. Yazma aşamasında farkına vardığınız yeni birtakım kısıtlamalar ve özgürlükler oldu mu?
Başlangıçta biraz çekingendim. “Şimdi… Bir kadını yazıyorum, o hâlde erkek anlatıcılarımın sıklıkla yaptığı esprileri yapmayabilir,” diye düşünüyordum.Romanlarımın pek çoğunda bazı mizahi ögeler; anlatıcı tarafından yapılan ufak şakalar, ironi ve benzeri şeyler bulunuyor. Eğer diğer anlatıcılarımın yaptığı şeyleri kadın karakter de yaparsa, bunun biraz olasılık dışı görülebileceğini veya erkek karakterlerimin kadın kıyafeti giymiş hâllerine benzeyebileceğini düşündüm. Böyle olunca belli bir zaman biraz çekingen davrandım, ta ki şunu fark edene kadar: Erkekle kadın arasında birçok fark var ancak zihin bunlardan biri değil. Hayatım boyunca düşünme şekilleri erkeklerinkine benzeyen pek çok kadın tanıdım. Çok aptal ve çok zeki olan erkekler de vardır, çok aptal ve çok zeki olan kadınlar da. Anlatıcı karakterlerim yalnızca üç eylemde bulunuyor: anlatmak, incelemek ve derinlemesine düşünmek. Bazı kadın ve erkeklerin bunları yapma biçiminde fazla bir ayrım göremiyorum. Ben de evet, dedim, neden olmasın, şaka yapabilir, hiç değilse ironiyi benzer şekillerde kullanabilir.
Anlatıcı karakterlerinizin temel üç eyleminden biri için derinlemesine düşünmek dediniz. Eserlerinizin ayırt edici özelliklerinden birisi, zamanı yavaşlatmaya, kısacık anların süresini uzatmaya, derin düşüncelerin ve tefekkürün ortaya çıkışına izin vermeye olan meyilleri. Bu durumun ardında yatan saik nedir?
Bir romanda zaman inşa edilebilir fakat zaman tek başına bir varlık değildir. Bir dakika toplam altmış saniye sürer dediğimizde zamanın gerçekliğinden söz edebiliriz ama yaşarken bizim için şeylerin farklı sürelere sahip olduğu aşikardır, özellikle de geçmişi hatırladığımız zamanlarda. Duruma bağlı olarak beş dakikanın ne kadar kısa veya uzun sürebileceğini hepimiz tecrübe etmişizdir. Sayılabilecek pek çok örnekten biri şu mesela; geceyi uyanık kalarak ve sizi terk etmek isteyen bir kadınla konuşarak, tartışarak ve ona açıklamalar yaparak geçirdiğinizde bu bütün bir geceyi kaplar. Bu durumu çoğu insan hayatında hiç değilse bir-iki kez tecrübe etmiştir. Akabinde, o günden geriye akılda kalan muhtemelen yalnızca bir an, bir cümle veya o kadının belirli bir anda size attığı bir bakıştır. Hayatta bir süreç içerisinde gerçekleşen olaylar birer anıya dönüştüklerinde zihinde farklı bir süre kazanırlar. “Gerçek” veya önemli olan süre ise sizinle kalandır. Bu olayı yaşamış ancak büyük olasılıkla farkına varmamışsınızdır. Bence romanda böyle anları esas süreleriyle yazmak mümkün. Yazarken “Bunu askıya alacağım çünkü bu önemli bir an, onu önemli kılacağım.” diye karar veriyorum. “Böylelikle bu ânı okura hayatın yalnızca anılarda sunabildiği bir şekilde sunacağım - o an henüz yaşanırken. Var olmak için vakit bulamayan bir zamanı var edeceğim.” Umarım açıkça ifade edebilmişimdir.