İnsanın taşra hali
Taşra üzerine zihnimizde pek çok klişe ve kalıp var. Klişe ve kalıplar her zaman üretkenliği engelleyeceğinden, taşraya dair özgün sanatımız çok kısıtlı. O kadar ki mesela şiirde başarılı bir taşra anlatımı hemen klasikleşir. Okuyucu bunu arzular çünkü. Kendini arar metinde. Turgut Uyar’ın “Malatyalı Abdo”su, Şükrü Erbaş’ın “Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz” i bu klasikleşen metinlere örnek verilebilir. Taşra; gerçekliğinden ziyade sıkıntısı, haseti ve romantizmi ile zihnimizde durur. Bu üç kavramın sanatla da ilişkisi çerçevesinde taşrayı tekrar düşünmek gerekiyor.
Taşralı Haseti: Başkasının elindeki nimetin, varlığın, konumun vs. yok olmasını arzu etmek manasına gelen haset belki de dışa vurmaktan en çok çekinilen duygudur. Haset sadece düşmanlara değil dostlara karşı da duyulur. Haset ayyuka çıkarsa kişinin dostu, aslında bir dost değil de bir rakip olduğunu fark eder ve onun düşmanı olur. İnsan, küçüklüğünü herkese ilan edecek bu muhteris duyguyu, işte bu yüzden kalbinde saklamayı tercih eder ve cana yakın bir gülümsemeyle üzerini örter. Hasedin doğması için hiyerarşi, sınıfsal tabakalanma gerekir. Taşralı belki şairiyle, esnafıyla, genç kızıyla hasetçidir ama bir şehirli kadar değil. Taşradaki mahrum ve uzak oluştan doğan hasetçilik şehirlerde daha çoktur. Modern şehrin katı hiyerarşisi daha çok haset üretir. Şehirdeki haset canlı, dinamik ve yıkıcıdır. Taşradaki ise melankolik, çoğu zaman uzaklara bakan bir özlem. Taşralıya hâkim olan duygu hasetten çok gıptadır. Gıpta, başkasındaki nimetin yok olmasını istemeden o nimete sahip olma arzusudur. Teknoloji ile sınıflar, kültürler, imkânlar arasındaki makasın açıklığı daha görünür oldu. Bu durum taşranın da öz bilincini artırdı. Taşralı, taşralı oluşunu daha net biliyor artık. Hırçın bir taklitçilikle de bunu aşmaya çalışıyor. Taklitçiliği taşralının daha çok gıpta ettiğinin kanıtı. Bir yandan da dünya sisteminin taşrasında kalan ülkelerin toplumları, sınıfsal ayrım gözetmeksizin, bir bütün olarak merkezin eziciliği karşısında taşralılaşıyor. Dolayısıyla o ülkedeki taşra-merkez ayrımı silikleşiyor.
Taşra Sıkıntısı:Taşrayı sıkıntı ile birlikte düşünmek biraz da sinemanın bize öğrettiği, hatta dikte ettiği bir alışkanlık. Taşrada var olmanın tek biçimi olarak bu aklımıza geliyor. Edebiyatta ise durum biraz farklı. Çoğu zaman taşralı var oluş problemlerinden çok varlık problemleriyle görünüyor edebiyatta. Var olmaya çalışıyor, yoksulluk karşısında, tabiat karşısında, devlet karşısında. Sinemadaki gibi tek boyutlu değil. Sinema ya taşradaki komik unsura odaklanıyor ya da varoluşçu, istisnai bir psikolojiye. Köylünün kaba neşesinden kasabalının inceliklerine kadar daha gerçek ve kapsayıcı bir görüntü var edebiyatta. Taşralı sanatçı -ki sanatçıların ekseriyeti böyle-, taşradan mı merkezden mi olduğumuzu unutturacak temel insanlık durumlarına taşra gerçeğinden hareketle varabilmeli. Topçu’nun memleketi Anadolu’dan şehre gelen gençler kalkındıracak dediği gibi taşra gerçeğini de ancak şehirdeki taşralı sanatçı anlatabilecek.
Taşra Romantizmi: Romantizmin bireysel kahramana verdiği önem sanatçının kendine yönelik arzusu için meşru zemini sağlar. Romantik tutku, kendini yücelteceği, yoğunlaştıracağı ve sonsuzlaştıracağı, kendi muhitini kendiyle dolduracağı bir alan açar. Romantik tabiat duygusu uzağı merkez yapar. Sanatçı, taşrayı önceleyen, kendini merkeze taşıyan bu anlayışı benimser. Arzularına ulaşamadığı takdirde romantizm, yenilgiyi erdemli kılacak teçhizatı sunar ona. Ben ile öteki arasındaki sınıfsal olanı aşan ayrım, kendi çevresiyle kuramayacağı iletişimin imkânsızlığı konusunda sanatçıyı cesaretlendirir.