İnsanın başlangıç hali

CAN ACER
Abone Ol

Başlangıç hikâyeleri hepimizin ilgisini çekiyor çünkü nasıl başladı sorusu hayatın en gizemli, elimizde tatmin edici bir cevap için en az bilginin olduğu soru. Varlığın başlangıç hikâyesini bilmiyoruz. Maddeden canlılığın nasıl ortaya çıkabileceğini bilmiyoruz. İnsanın varlık sahnesine çıkışını tatmin edici bir kesinlikle takip edemiyoruz. Başlangıçlar hayatımızdaki en belirsiz alanlar zaten. Mesela bilincimizin uyandığı anı ya da “kadınlık” ve “erkeklik” farkındalığımızın başlangıcını bilemiyoruz. Uzak geçmişimizdeki başlangıçlara gitmeye gerek de yok aslında bu belirsizliği görmek için. Birine âşık oluruz ama bunun başlangıcını o kişiyi tanıdığımız belirli süre içinde dahi tespit edemeyiz. Bir uyurgezer gibi kendi hayatımızın içinde yürüyoruz. Kafamızı bir yere çarptığımızda ise uyanıyoruz. O yer âşık olduğunu fark etmek ya da sanat yapma arzusu duymak olabiliyor.

Başlangıç bilgisinin olmadığı yerde mitler ortaya çıkıyor. Yaratılış mitleri gibi. İnsanlar varlığın nasıl ortaya çıktığını bilemiyorlar ve o başlangıcı mitleştiriyorlar.

Başlangıçlar hayatımızdaki en belirsiz alanlar zaten.

Başlangıç bilgisinin olmadığı yerde mitler ortaya çıkıyor. Yaratılış mitleri gibi. İnsanlar varlığın nasıl ortaya çıktığını bilemiyorlar ve o başlangıcı mitleştiriyorlar. Tekerleğin, kayığın vs. ortaya çıkışını anlatan destanlarımız vardır. Onlar da bahsettiğim şeye örnek verilebilir. Mit, birincil gerçekliği göreceli gerçeklikten, varlığın kökenini ve doğasını yokluktan ayırt eder. Başlangıcı mitleştirme tavrını pek çok sanatçıda da görebiliriz. Kendi başlangıç mitlerini kuruyorlar sanatçılar, sanata başlangıç noktasındaki bilinmezlik karşısında. Sanatçıların çoğunun anlattığı sanata başlama hikâyesine baktığımızda sinematografik sahneler görüyoruz. Bilinçle tecrübe ettikleri bir kırılma durumu var anlattıklarında. Necip Fazıl’ın şiire başlangıç hikâyesi böyledir mesela. Necip Fazıl, Çile’nin takdimindeki Şiirlerim ve Şairliğim yazısında anlatır hikâyesini. On iki yaşında annesini hastanede ziyaret etmiştir. Beyaz örtülü bir yatakta siyah kaplı bir defter vardır, veremli bir kızın defteri. Annesi bu dekorda,“Senin de şair olmanı ne kadar isterdim” der küçük Necip Fazıl’a. O da pencereden savrulan karları seyrederek kararını verir: Şair olacağım. Ya da İsmet Özel, şiire başlangıcım diye anlatmasa da, ilk şiirin ilk dizesi dediği “ölüler beni serinliğe yakıştıramaz” dizesinin doğuşunu şöyle anlatır. Bir mezarlığın yanında piposunu yaktığı sırada, bağlamasıyla oturan 12-13 yaşlarında bir çocuk “Dolu mu içiyorsun, abi?” diye sorar. İsmet Özel bunu anlamaz başta, anladığındaysa o anın tazyikiyle mısra doğar.

Mit, birincil gerçekliği göreceli gerçeklikten ayırır demiştik. Sanatçılar bu mitik başlangıç anlarıyla göreceli gerçekliği aşıyor. Verdiğimiz örnekler üzerinden gidelim. İki sanatçı da aslında kendi problematiklerini derinleştiriyor; yarı kurgu, yarı gerçek başlangıç anlarıyla. İsmet Özel’i şiire taşıyan tazyik utanç duygusu. Utancın göreceli olduğunu arzulama ve onu aşma cehdi burada şiir jesti olarak doğuyor.

  • ve yüzüm, o deşilmiş, o iğrenç yara artık kendine yürüyor kalkıp onlardan.

Kalkıp kendine yürümenin hâli olarak birincil gerçeklik inşa ediliyor başlangıç hikâyesinde.

Kalkıp kendine yürümenin hâli olarak birincil gerçeklik inşa ediliyor başlangıç hikâyesinde. Şiire dair anlatılar şiirin eylem alanının içinde, onunla aynı işlevi gösteriyor. Necip Fazıl için de aynı işlevsellik geçerli. Kendisi dışında her şeyi mükemmelen dekorlaştıran dinmez bir arzu. Burada anne bile dekordur. Göreceli gerçeklik, dekorun kurulamaması ya da dışında kalmak; birincil gerçeklik dekoru kendi çevresinde inşa etmek…