Hüseyin Ünlü: Sosyal medya sanatın biricikliğini ortadan kaldırdı

ERAY SARIÇAM
Abone Ol

Hüseyin Ünlü; bolca ekspresyonizm, derin yarıklar, travma ve anksiyete içeren eserlerinde post apokaliptik bir havayla persona, öteki, varoluş ve yabancının neliğine dair detayları yansıtan bir ressam. Şimdiye pek çok karma ve kişisel sergi ile sanatseverlerin karşısına çıkan Hüseyin Ünlü’yle sanatını besleyen alanları, çalışma stilini ve modern sanatı konuştuk.

Öncelikle eserlerinizin üretim süreci sizde nasıl başlıyor? İlhamınızın temel kaynağı nedir?

Hayattan beklentim ve gündelik hayattaki ihtiyaçlarım o kadar minimum seviyededir ki, bana çalışırken zorluk çıkarmazlar.

“Boşluğa uzun süre baktığında boşlukta sana bakmaya başlar” der filozof. İşte bazen o boşlukla inatlaşmak adına, sınırlarımı kontrol eden çizimler yaparım, o başlangıçlar başka bir forma, form içinde bir detaya, o detayda yeni bir kareye sebep olur ve yeni bir serinin süreci başlar. Bu, aylaklık dönemlerimde olur; ama eğer bir konsept belirlendiyse, sınırlarım çizilmişse; o konuyu oluşturmak için diğer tüm disiplinlere saldırır, gerekli olan kısımlarını bulur, damıtır ve konumla sentezlerim -bir anlamda metinlerarasılık- ve bunları kendi tadımla işlerim… Eğer tıkandığım bir yer olursa ya da başlamakta güçlük çekiyorsam, altını çizip defalarca okuduğum pasajları tekrar okurum ya da saplantılı olduğum yönetmenlerin filmlerine bakar, kendimi onların alt metinlerinde ve kadrajlarında ararım. Bu üç unsuru derinlemesine incelediğimde, kendi formlarım için inanılmaz detaylar yakalarım ki bu da başlangıç noktam olur.

Teknolojinin sağladığı imkânlarla sanatta “aura” kavramı yerle bir oldu.

Gündelik hayatınız bir tablo üzerinde çalışırken ne kadar etkili? Eserlerinize yansıyor mu yoksa çalışırken tamamen başka bir düzleme mi geçiyorsunuz?

Hayattan beklentim ve gündelik hayattaki ihtiyaçlarım o kadar minimum seviyededir ki, bana çalışırken zorluk çıkarmazlar. (Gülüyor) Çalıştığım anların keskin geçişleri yoktur, saatler beni tanımaz, ben onları… Apollon’un Morpheus’u yendiği zamanlarda gün ışığını beraber karşılarız. O vakitte ne yaptığımı tam kestiremediğim ama baktığımda iyi hissettiğim şeyler ortaya çıkardığımı görebiliyorum… İçimde bir yer, sabah saat 4.00’dan 7.00’a kadar olan zaman dilimini kullanmam için diretir. Zira o saatlerde tüm şehre sessizlik çöker ve bu da şehir bana aitmiş gibi hissettirir ve şehre ait ne varsa kullanabilirmişim gibi gelir… Bu da beni daha güçlü hissettirir. Tüm bunlar olurken ne günün kendisi ne bir nesne ne de bir canlı tarafından kanalize edildiğimi ya da bastırıldığı hatırlamıyorum.

Çalışmalarımı, halk arasında geçerli söylemlerle bezediğimde (masallar, klişeler, atasözleri vb.) yani kitsch formlarla beslediğimde herkese ulaşabiliyorum.

Eserlerinizde genel olarak ekspresyonist ve melankolik bir hava var. Hatta tarzınız için de bunu söyleyebiliriz sanırım. Resimde tarzınızı belirleyen unsurlar neler?

Post apokaliptik, derin yarıklar ve travma pas, iz, persona, öteki, varoluş, yabancı, dip, anksiyete… Bu kavramların size çağrıştırdığı diğer kavramları da düşünün ve bağlamından koparın, kelimelere yabancılaşın ve tekrar söyleyin ve resimlerimle özdeşleştirin. Bu kavramların benim çizgilerim için üretilmiş olduğunu göreceksiniz.

Sezai Karakoç serisini şekillendirirken Lautrêamont ve Baudelaire’den şiire aşina olduğum için dizeler daha tanıdık geldi.

Yunus Emre’nin dizelerinden yola çıkarak “Yunus’un Söylediği”, Sezai Karakoç’un dizelerinden yola çıkarak “İnci Dakikaları” sergilerini açtınız. Türkçenin bu iki büyük şairinin dizelerini baz alarak üretmek nasıl bir süreçti?

Filmlerdeki tüm replikleri hatırlayabilirken, şiir dizelerini defalarca tekrarlamama rağmen aklımda tutamam, içselleştiremem… Bu yüzden ilk etapta çok korktum seriye başlarken… Üstelik dili de ağır… Duyum hâlinde bana gelen bu dizeler, bende var olan titreşimler ve bahsettiğim unsurlarla algıya dönüştüğünde bu işler ortaya çıktı. Fakat Sezai Karakoç serisini şekillendirirken Lautrêamont ve Baudelaire’den şiire aşina olduğum için dizeler daha tanıdık geldi.

Varoluş alanı edebiyat olan şiir, postmodernist bir okuma yöntemi olan metinlerarasılık kullanılarak resme taşındığında ortaya çıkan eser; içerik ve biçim olarak alımlayıcısına ne vaat ediyor sizce?

Kavramsal sanat, sanatın herhangi bir nesneyle ve de mekânla sınırlandırılamayacağı fikrini taşır.

Çalışmalarımda bir dörtlüğü ya da bir mısraı yorumlarken yüksek sanata başvurup derinliği arttırdığımda seyirciyi tedirgin ediyor olabilirim; güçlü mısraların tam karşılığı haklı olarak bu olsa bile… Fakat çalışmamı, halk arasında geçerli söylemlerle bezediğimde (masallar, klişeler, atasözleri vb.) yani kitsch formlarla beslediğimde herkese ulaşabiliyorum. Keza kişi, karşısındaki esere baktığında, rahatça tanımlayabilmeyi umduğu unsurlar görme eğilimindedir. O yüzden onlara iyi hissettirecek güvenli bir alan oluşturup, çalışmayla uzun süre ilişki içinde olabileceği ve çalışmaya yabancılaşıp terk etmeyeceği kemik detaylarla kurguluyorum. Örneğin dörtlükte geçen bir nar, metafor olmaktan öte gerçek bir nar olabileceği gibi, kompozisyondaki bir elma, birinci anlamıyla bir elmadır. Seyircinin, gündelik hayatta deneyimlediği nesneler, gerçek anlamlarıyla orada durduğunda, seyirci daha kendinden emin hissediyor. Ama çoğu zaman, bir aforizma ya da kült bir replik de dörtlüğümü kuvvetlendirmek için oradadır.

Benjamin’e göre teknolojinin gelişmesi sanatın üretim olanaklarını artırırken onun biricikliğini de ortadan kaldırdı ve ona kitleselleşme doğrultusunda politik bir işlev kazandırdı. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Ekranlardan gördüğümüz sanat eserlerinin hâlâ bir aurası mevcut mu?

Sanatın biricik olması diye olamaz, bu teşhis edilmemiş kendi kendine büyüyen kanser gibi bir hâldir. Mesela özü gereği, kamu için yapılan bir materyalin, kamu için kullanılmaması gibi bir şeydir biriciklik. Adorno’da bu durum daha açıklayıcı bir şeklide işlenmiş. Warhol, çorba kutularını çoğaltıp, en üst tabakadan en alt tabakaya kadar herkese ulaştırırken, tüm halkı eşitlemiş oldu; çünkü biliyordu, biricik olmanın sakat bir söylem olduğunu. Kavramsal sanat, sanatın herhangi bir nesneyle ve de mekânla sınırlandırılamayacağı fikrini taşır.

Fiziksel ve ruhsal anlamda insan varlığında tamamlayıcı olmalıdır sanat.

Bu yüzden, sanatçı, kendi döneminde, dar çerçeve içinde ezoterik hava yaratırcasına saklanan sanat işlerini eleştirmek için binayı bantla sarmıştır. Çünkü sanat işleri, sanatçı tarafından üretildikten sonra sanatçıdan çıkar, ona ait değildir. Fiziksel ve ruhsal anlamda insan varlığında tamamlayıcı olmalıdır sanat; Kant’ın dediği gibi amacın kendisi olan, big bang’in tersine içe patlayan bir eylem olmamalıdır. Teknolojik gelişmeler; sanatsal üretimlerin makineler aracılığıyla çeşitlenmesi, daha hızlı üretilmesi, sosyal medya aracılığıyla tüm insanlara ulaştırılabilmesini sağlıyor. Sosyal medya, sanatın biricikliğini ortadan kaldırdı, her sınıftan insana bu hazzı eş zamanlı deneyimleme olanağı sağladı. Ayrıca sosyo kültürel ve siyasal anlamda, farkındalık düzeyi stabil olan toplumun bir konu hakkında kendi düşüncelerinin dışında başka mekânlarda başka düşüncelerin de olduğu gerçeğiyle yüzleşmesine ve kendini yeniden yorumlamasına olanak sağladı. Modern sanat, kapalı bir alanda uçları sürekli bilenen keskin fikirlerin; dışarıdaki çeşitlilikle beraber ovalleştiğini ve düşüncenin evrilebilir bir şey olabileceğini gösterdi. Dolayısıyla teknolojinin sağladığı imkânlarla sanatta “aura” kavramı yerle bir oldu.