Hız korku ve New York

FATİH BAHA AYDIN
Abone Ol

Şehrin hızını daha ziyade yatay düzlemde ölçeriz. Arabalar ve yayaların gözümüzün önünden nasıl geçtiklerine bakarak bir şehrin “tempolu” ya da “dingin” olduğuna karar veririz. Örneğin ben dünyadaki şehirleri kendimce ikiye ayırıyorum. Yayaların kırmızı ışığı beklediği ve beklemediği şehirler olmak üzere. Bizim “hızlı” dediğimiz kentlerde insanlar yeşil ışığı beklemezler. Sağa sola bakıp yola atlamak böylesi şehirlerde son derece olağandır. Ancak kentlerin bir de dikey hızları vardır. Buna dikkat etmememiz gayet doğal. Çünkü bu hız, yani binaların ve eşyanın yükselme hızı, çoğu kez insan hayatının tümüne yayılır. Onu ancak sezeriz; günden güne duyumsayamayız. İşte New York’da tuhaf bir şekilde bu dikey hızın izini görebiliyoruz. Gözümüzün önünde her gün yeni binalar inşa edilmiyor belki. Ama insanın hayal gücünün gelişen bir dünya karşısında nasıl geride kalabildiğini Manhattan’da görmek mümkün.

Bazı gökdelenlerin tepelerindeki heykellerin yüzleri yapılmamıştı Manhattan’da. Gerek yoktu buna. Ne de olsa “kimse bu heykellere yakından bakamayacaktı”.

Eşyanın bir sınırı olduğunu ve insanlığın artık bu sınırın eşiğinde olduğunu inanmıştı heykeltıraş. Heykellere birer çehre kondurmak emek israfından başka bir şey değildi. Yüzden mahrum heykelleri gördüğümde, birkaç nesillik dikey hızı düşünürüm hemen. Benim şimdi yakından görebildiğim bu çehresiz heykel, bir zamanlar insanlığın dikey sınırıydı. Manhattan’da işte “hız” dediğimiz olgunun böyle farklı yüzünü görebilirsiniz. İstanbul veya Londra gibi yerlerde kolay kolay tecrübe edemiyoruz bunu. Eşyanın birbiri üzerine nasıl biriktiğini, şehrin sadece yatay değil dikey olarak da hızlanıp geliştiğini sanıyorum yalnızca Manhattan’da sezebiliyoruz.

New York işte arkaik korkularımıza inat, dikine hızla büyüyen, gelişen bir kent.

Bir bakıma bu hız korkutucu. Zira insanoğlunun 200.000 yıllık macerası, yükseklik korkusuyla geçti. Yüksek katlı bir binadan aşağı bakamayıp, saatte 200 kilometre hızda gidebilen bir arabada şarkı söyleyebilmemiz de bundan.

Yatay hızın yol açtığı felâketleri son yüz yıldır tecrübe ediyoruz. Yamaçtan, uçurumdan, ağaçtan düşmemizin tarihi çok daha uzun. İşte insanın New York’ta “yüksekliği” yenmesi yahut buna yeltenmesi, bundan dolayı korkutucu geliyor. Tarihimiz boyunca korktuğumuz bir olguyla o kadar amansızca mücadele var burada. Kolektif hafızamızı o çehresiz heykellerde görebiliriz. “Asla bu kadar yükseğe çıkamayacaksınız. Çıkmamalısınız” diye bizimle konuşuyor âdeta. Yine de şehrin hızı o kadar önüne geçilmez bir fenomen ki, bizi uyaran o heykelleri çoktan aşmışız. Pek yakında New York’taki o heykeller, kadim bir medeniyetin izlerini taşıyan nesnelere dönüşecek belki. Dürbünle aşağılara bakacağız. “Bir zamanlar yüksekten korkarmış insanoğlu” diyeceğiz.

Yüksek bir daldan düşüp ölen homosapien kardeşimizi tutsak bugüne getirsek, Manhattan’a bıraksak… Ne akıllı telefonlar ne metro ne de başka bir şey binalar kadar korkutur onu. “Hangi Tanrı’yı kızdırdınız da sizi yüksekte yaşamakla cezalandırdı?” diye sorardı eminim.

New York işte arkaik korkularımıza inat, dikine hızla büyüyen, gelişen bir kent. Ona “Hiç uyumayan şehir” dememiz de belki de bundandır. Olamaz mı? Belki de atalarımızın korkuları hâlâ bizde yaşıyor.

İşte insanın New York’ta “yüksekliği” yenmesi yahut buna yeltenmesi, bundan dolayı korkutucu geliyor.

Yerden nasıl bir hızla yükseldiğimize bakacak olursak, yüksekten korkmadığımızı söyleyebiliriz. Ne var ki, uyuyamamamızın sebebi bitmek bilmeyen mesailer ve gece hayatı değil. Atalarımız gibi yüksekten korkuyor olamaz mıyız? Çehresiz heykellerden uzaklaştıkça göz altlarımız daha da kararacak mı?