Hasan Kaçan: Mizah, hissiyatla ve zihin refleksiyle anlaşılabilecek bir şeydir

ERAY SARIÇAM
Abone Ol

Karikatürist, senarist ve oyuncu Hasan Kaçan ile karikatürün dünü ile bugünü, Türk izleyicilerinin beğenileri ve yolda olmak üzerine keyifli bir söyleşi yaptık.

Sizin karikatüre başladığınız ortaokul yıllarından 2024’e kadar çok şey değişti. Artık karikatüre ulaşmak daha "kolay". Sosyal medyada birçok karikatür sayfası mevcut. Bu kolaylık olumlu bir şey gibi görünse de kendisiyle beraber "tüketme" alışkanlığını da getirdi. Yani karikatür de, çizim de tüketim toplumundan etkilendi. Peki, siz bu süreci olumlu ve olumsuz yönleriyle nasıl değerlendirirsiniz?

Karikatür de diğer sanat dalları gibi yetenek gerektiren bir daldır. Dolayısıyla çizilen karikatürün de yüksek kaliteli bir çizgiye ve yüksek kaliteli bir espriye sahip olması icap eder. Bunun önceliği ise yazısı olmayan bir çizginin tamamen kendini anlatarak ve okuyucu tarafından kolayca algılanarak kabul edilmesi ve beğenilmesidir. İkinci aşama olarak da bir balon yani bir yazı yardımıyla karikatürün okuyucu tarafından kolayca anlaşılabilmesini sağlamaktır. Günümüzde sosyal medyada çok sayıda karikatür ve karikatür sayfasının olması şununla sonuçlanıyor; bir şey ne kadar çoksa o kadar kıymetinden düşer. Benim karikatür çizdiğim dönemlerde çizgiye ulaşmak için bir kere o çizgi mecrasını satın almak gerekiyordu.

Sanat dallarının iç içe geçmesi bir taraftan sanatın saflığını zedeliyor bir taraftan da yepyeni bir noktaya doğru götürüyor.

Bu bir dergi yahut gazete olurdu. Netice itibariyle para verip o dergiyi ya da gazeteyi satın almalıydınız. Şimdi ise sosyal medyada çokça karikatür görüyoruz. Böyle olunca neyin ne olduğunu anlamakta zorluk çekiyoruz. Çünkü çizginin ya da esprinin kalitesi ancak bir hissiyatla ve bir zihin refleksiyle anlaşılabilecek bir şeydir. Böyle olunca biraz at izi it izine karışıyor. Hangisi kaliteli, hangi çizgi güzel, hangisi değil, hangi çizgiyi yapan usta, hangisi acemi? Bunları birbirinden ayırt etmekte zorluk çekiyoruz. Yani bu, şuna benziyor. Bir markete veya bakkala eskiden ne alacağımızı bilerek giderdik. Çünkü en fazla bir ya da iki tane seçeneğimiz vardı. Şimdi markete gittiğimizde aynı üründen yüzlerce görebiliyoruz ve arasında ciddi farklar oluyor kalite olarak. Tabii insanlar ister istemez ucuz olanı alıyor. Ama kalite diye bir şey var. Netice itibariyle şunu söylemeye çalışıyorum, kalite düştükçe izleyicinin ya da karikatür okuyucusunun da ilgisi uzaklaşıyor. Bir de sosyal medyada dolaşıma giren çok amatörce çekilmiş videolar var. Cep telefonuyla çekilmiş bu videolar bazen öyle acayip bir durum komedisi ortaya çıkarıyor ki usta bir çizgiden daha komik oluyor. Yani, bir kedinin bir adama saldırması, o kedinin adamın pantolonunu düşürmesi, o adamın çok komik durumda kalması ve bütün bunların doğal olarak karşımıza çıkması ister istemez çizgiye ve mizah sanatına olan ilgiyi biraz geride bırakıyor. Bu nedenle yetmişlerle kıyaslayınca günümüzde mizah yapmak, karikatür çizmek eskisinden çok daha zor. Hadi çizdin, bunu kabul ettirebilmek eskisinden çok çok daha zor. Hadi kabul de ettirdin diyelim, kaliteyi ayırt edebilmek neredeyse imkânsız. Dolayısıyla karikatür sanatı açısından oldukça verimsiz, bereketsiz ve zor bir dönem yaşıyoruz. Mizah dergilerinin peş peşe kapanmış olması da bu gerçeği vurguluyor.

İlk soruyla bağlantılı olarak, Türk izleyicisinin beğenileri üzerine, geçmişle günümüz arasında bir karşılaştırma yapmak mümkün mü? 15-20 yıl önce beklentileri, öncelikleri ve hatta amaçları nelerdi izleyicilerin bugünden farklı olarak?

Geçtiğimiz dönemlerde örneğin Gırgır’ın ilk çıktığı ve neredeyse ilk büyük kitle mizah dergisi olarak boy gösterdiği dönemlerde insanların hayattan beklentileri daha mütevazıydı. Çünkü, beklentilerinin sayısı son derece azdı. Ekmek alacaksan bir tane ekmek alırsın. Şimdi çeşit çeşit birbirinden farklı şekillerde ekmekler var. Dolayısıyla hayatın içerisindeki beklentilerle, sanatın içerisindeki beklentiler büyük oranda benzerdi ve sınırlıydı. Kısıtlı zenginlik kısıtlı beklentiyi getiriyordu. Dolayısıyla karikatür okuyucusu, o dönemin şarkıcılarını, futbolcularını ya da siyasetçilerini konu alan karikatürleri takip edip bundan tatmin oluyordu. Fakat şimdi ilgi alanları özellikle sosyal medyayla birlikte çok fazla genişledi. Günlük veya genel geçer olaylar, örneğin Instagram’ın kapatılması-açılması, birçok insanı meşgul ediyor, üzebiliyor. Sokak hayvanları meselesi ya da Olimpiyatlarda silah tutan bir sporcu gibi… Yani mesele ufak da olsa büyük de olsa bir anda korkunç derecede genişliyor. Dolayısıyla bu kadar büyük bir kalabalığın içerisinde sesinizi duyurmak epey zor. Karikatürün ya da karikatürcünün sesini duyurabilmesi ise çok daha zor. Mesela, Selçuk Erdem’in hayvan karikatürlerini hatırlıyorum. Bir ara olağanüstü derecede ilgi görüyordu. Ya da Behiç Pekin’in Latif Demirci ile yaptığı “Muhlis Bey” karikatürlerinin ortalığı yıkıp geçmesi bugün mümkün mü? Ahmet Yılmaz’ın, “Kıllanan Adam” tiplemesi vardı. O da korkunç derecede ilgi çekiyordu. Ama günümüzde bütün bunların, hele de bir dergi yoluyla ilgi çekmesi neredeyse mümkün değil.

Günümüzde sanat türlerinin melezleşmesini, hibritleşmesini çok sık bir şekilde görüyoruz. Diziler dijitale taşındı, orada interaktif bir formata dönüştü. Romanlardan dizi/film uyarlamaları hiç olmadığı kadar revaçta; çizim çalışmalarında yapay zekâ büyük kolaylık sağlıyor vs. Peki, sizce, bunu karmaşa mı yoksa zenginlik olarak mı görmek gerekiyor?

Günümüzde öyle bir şey oldu ki insanlar çizgiyi kâğıda değil; kendilerine, kendi yüzlerine, kendi giyimlerine ve kuşamlarına çizmeye başladılar. Masum değil çok korkutucu bir şey olarak söylüyorum bunu. Mesela Amerikalı biri kendini köpek hissettiği için her şeyini, giyimini- kuşamını köpeğe benzetmiş. Boynunda tasmasıyla, mamasıyla kendini köpek olarak tanımlıyor. Şimdi neticede karikatür gerçeğin biraz abartısıdır. Fakat bu gerçeklik ötesi bir şey. Aynı şekilde sporcular, oyuncular, sanatçılar bütün vücutlarını kulaklarına varana kadar dövmeyle dolduruyorlar. Bir şekilde kendilerini çizgi olarak ifade ediyorlar. Herhalde o çizgiler vücutlarında bulunmayınca “ben, ben değilim” diye düşünüyor. Dolayısıyla bu hibritlik ve iç içe geçmişlik durumu bir taraftan sanatın saflığını zedelerken diğer taraftan da yepyeni, son derece acayip bir noktaya doğru götürüyor.

Sanatı besleyen birçok kaynak, etmen var elbette. İster dizi/film olsun, ister karikatür ister başka bir şey... Peki, burada okumanın rolü nedir? Yani bir çizerin, oyuncunun iyi bir okur da olması ona sanatı noktasında neler katabilir? Bu noktada sizin okumayla; şiirlerle ve edebiyatla aranız nasıldır?

Sanatla uğraşanlar, yazanlar, çizenler muhakkak okumalılar. Ancak bu ‘okuma’ dediğimiz şey sadece kâğıtta, PDF’te kalmamalı, hayatın tamamını da okumak lazım. Yani nereden geldik, nereye gidiyoruz, ne yapıyoruz diye insanın bir taraftan da kendisini, sosyal hayatı okuması gerekiyor. Bununla birlikte bir okuma cinsi daha var, o da dinlemek. Güzel anlatan, sohbeti güzel olan kişileri arayıp bulmak gerekiyor. Her arayan bulamaz ama bulanlar arayanlardır nitekim. Dolayısıyla bir sohbeti ve muhabbeti dinleyerek de okumak gerek. Örnek verecek olursak, benim Ekmek Teknesi’nde anlattığım matrak hikâyeler, acaba sadece birer hikâye miydi? Bu hikâyeleri izlemek ve dinlemek de bir çeşit okumaktır. Yani dinleyerek, gözlemleyerek, bakarak, görerek bir çeşit ‘okuma’ yapmak. Ve bu okumadan çıkan neticeyi de yazdığın, çizdiğin şeye aksettirmek ve nakşetmek. O zaman zengin bir sanat eseri, yazı, roman, şiir veya değerli bir karikatür ve derinlikli bir karikatür olabilir.

Gençlik yıllarımızda insanların hayattan beklentileri çok daha mütevazıydı.

Hemen herkesin bir yol/yolculuk hikâyesi vardır. Peki, sizin için yolculuğun mahiyeti nedir? Mesela Nezihe Meriç yolculuk için “sürüklenme” diyor. Sizce hayat yolculuğuna sürüklenme diyebilir miyiz, bu biraz “edilgenlik” içeriyor çünkü…

Kendi hayat maceramda bunu daha kolay bir tarifle açıklayabilirim: O da ‘yuvarlanma’… Yani, çocukluğum, Kayseri’nin İncesu kasabasında geçti. Sabah kalktığımda evin altında bulunan ahırdaki ineklerin ve eşeklerin kokusu gelirdi. Dışarı çıktığınızda neredeyse hiç motorlu araç göremezdik, sadece at arabası ve kağnılar. Böyle bir hayatta yaşardık. O zamanlar zenginin de fakirin de fukara bir hayat yaşadığını söyleyebilirim. Yani böyle bir dünyada cebinizde paranız olsa da bazı şeylere ulaşamazdınız. Şu an herkesin giydiği, bildiği markalara ise hiç ulaşamazdınız. Mesela, çizgiyle uğraşmaya başladığımda, çizgiye âşık olduğum zamanlarda çizgi çizecek kâğıt dahi yoktu. Bunu söylediğimde insanlar gülüyor, “hadi canım” diyorlar. Evet öyle bir dönem ki kâğıt bile yok. Ancak gazeteler basılabiliyor. Biz de eski gazetelerin altındaki beyaz boşlukları değerlendirirdik en fazla. Bu imkânsızlıklar bir taraftan da kendinizi ve yaratıcı düşüncenizi geliştiriyor. Evet, insan imkânsızlıklardan imkân çıkarma idmanına sahip olduğu için bazı şeylere karşı daha kuvvetli oluyor. Yani günümüz gençlerinin çok fazla idmanlı olmadığı bir şeyden, imkânsızlıktan doğan imkânlardan bahsediyorum. O tarihlerde yazar-çizer olmak isteyen gençler, zamanın ruhu içerisinde, olmadığı görülen şeyleri oldurabilme becerisine sahipti. Biz o yıllarda bir şekilde İstanbul’a gelmiştik. Yani hem köyü yaşamıştım hem de imkânsızlıkları görmüştüm. Tabii bir taraftan da yaşadığım toprakların, Erciyes Dağı’nın gözlerimin önünden kaybolmasını çok ağır ve acı bir şekilde yaşamıştım. Sonra zaten şehirli olduk ve beş yaşımdan bu yaşıma kadar hep şehir kültürüyle yoğruldum. Ama genlerimizde ve geçmişimizde olan o kokuları, o imkânsızlıkları da unutmadık, unutmamaya gayret ettik ve bunlar da yazıp çizdiklerimize sirayet etti. Kısacası sürüklenme değil de nasip meselesi diyebiliriz yaşadıklarımıza. Zira hayatı sürüklenerek yaşamak epey çileli bir şeydir. Yuvarlanmak ise bir topun yuvarlanması gibidir. O da imkânsızlıklar ve çileler barındırır ancak sürüklenmeden daha avantajlı bir durumdur. Ben yaşadığımız kasabadan, İncesu’dan Kayseri’ye yuvarlanmışım, oradan Ankara’ya yuvarlanmışım, oradan trene binmişiz İstanbul’a yuvarlanmışız. Sonra okullara yuvarlanmışız. İlkokula yuvarlanmışız, ortaokula yuvarlanmışız, mahallemize sokağımıza yuvarlanmışız. Ardından da yazdığımız, çizdiğimiz dergilere mecralara yuvarlanmışız. Oradan bir şekilde sinemaya yuvarlanmışız, dizilere yuvarlanmışız. Böyle, bir yuvarlanmayla o seyahati tamamlamışız. Yaradan bize bunları lütfetmiş, biz bu lütfun kıymetini bilenlerden olduysak ne âlâ, eğer bilemediysek de Allah muhafaza…

Peki, şehirler sanatçılar üzerinde nasıl bir etkisi bırakır? Sizin üzerinizde hangi şehrin/ şehirlerin ne gibi bir etkisi vardır? Ben Gebze doğumluyum örneğin. Gebze arada kalmış bir yerdir, Türkiye gibi. O yüzden zihnimi hep parçalanmış hissederim…

Şehirlerin de bir çeşit canlı gibi yaşadığını söyleyebiliriz.

Şehirlerin insanlar üzerindeki etkisi elbette çok önemli. Çünkü şehir de sizinle birlikte büyüyor, yaşlanıyor, boy atıyor, emekliyor, tay tay duruyor, yavaş yavaş yürüyor sonra koşmaya varan bir macerayı bizzat kendisi de yaşıyor. Yani şehirler de bir şekilde doğuyor, büyüyor, orta yaşa geliyor, ihtiyarlıyor, yaşlanıyor. O şehirler uzun zaman sonra belki de yok oluyor. Neticede sadece ismi bile kalsa, yaşadığınız şehir, o şehir değil, siz de o kişi değilsiniz zaten. Böylelikle içinde yaşadığımız şehirlerin de bir çeşit canlı gibi nefes aldığını, kimi zaman hastalandığını; mutlu veya mutsuz olduğunu, bedbaht ya da neşeli bir hâle geldiğini söyleyebiliriz. Biz de bunlardan kendimize bir tür sanat gıdası çıkarırız. O gıda ne kadar fazla ve sağlıklı olursa, sizin yazıp çizdiğiniz de bir o kadar sağlam, kaliteli ve sağlıklı olur.

Son olarak, hangi şehre geç kaldınız?

Benim bir huyum vardır, geç kalmayı hiç sevmem. Dolayısıyla herhangi bir şehre geç kalmak yapımda olmayan bir şey. Gideceğim yere hep bir saat önce giderim ve geç kalmamak için, o gittiğim yerde vakit geçiririm. Bunu hayatın içerisindeki yürüyüş olarak da düşünebilirsiniz. Benim yürüyüşüm böyle bir yürüyüş. Tabii şu var, siz ne kadar geç kalmamaya çalışsanız da hayat bazen sizi geç bırakabiliyor. Ummadık, beklenmedik hadiseler olabiliyor. Ama bütün bunlar hayat yolculuğunun içerisinde acısıyla tatlısıyla var olan şeyler. Yani bir yandan geç kalma korkusu yaşıyoruz bir yandan da kaderin bizi nasıl yuvarladığını kendimiz görüyoruz. Fakat yine de kısıtlı bir varlık olduğumuzu bilmemiz, bu yüzden de geç kaldım diye hayıflanmamamız gerekiyor.