Gökhan Duman: Gurbetçi işçiler sadece uykularında özgürler
"Onların en çok Marklarıylailgilendik" itirafını yapmamızaneden olan, gurbetçiişçilerin sadece yataklarındaözgür olduklarını dilegetiren, gurbete gidenTürk vatandaşları hakkındaaraştırmalar yürüten veonların hikayelerine ulaşan;topladığı hikayelerin birkısmını DiasporaTürk adlısosyal medya hesabıylabizlere sunan ve yakınzamanda da çalışmalarını11. Peron ismiyle kitaplaştıranGökhan Duman ile gurbetbahsi üzerine bir söyleşigerçekleştirdik.
DiasporaTürk hesabıyla ve bireysel çalışmalarınızla "gurbet" bahsi üzerinde duruyor, hikâyeler topluyor ve bunları paylaşıyorsunuz. Gurbette yaşayanlar aralarında kan bağı olmasa da akraba mıdır?
Ben DiasporaTürk’e "sosyal medya ailesi" demeyi tercih ediyorum. Birbirini fiziken tanımayan, birbirinden uzak ülkelerde yaşayan ama aynı ortak yazgıyı paylaşıp, aynı yollardan geçip, aynı türküyü söyleyen insanların buluştuğu hayali bir mekân. İnsanlar 40-50 yıllık aile fotoğraflarını, o fotoğrafların hikayesini, anılarını, hayallerini gönderiyorlar. Sonradan gelen yorumlara bakıyorsunuz ki aynı şeyi bir başkası da yaşamış, babası da o trene binmiş, aynı fabrikada annesi de çalışmış, aynı yollardan dedesi de yürümüş. Saatini "Türkiye saatine" göre ayarlayan binlerce insan varmış. DiasporaTürk’ün ortaya çıkısı biraz böyle oldu diyebiliriz.
11. Peron’da anlattığınız anekdotlar bize Türk isçilerin "her şeyi geride bırakarak” gittikleri yerlerde umudu hep yanlarında taşımalarını anlatıyor. Her şeyi geride bırakmak ve umudunu yine de yitirmemek… Bu tanım bize özgü bir şey olsa gerek…
Umutlanmak, umut etmek insanın doğasında var. Bunun yalnızca Türk işçilere ait özel bir duygu olduğunu söylemek belki ruhumuzu okşayabilir ama göçmenliğin kadim yasalarını da romantizme kurban etmiş oluruz. Aynı yurt odasında altlı üstlü kalıp, aynı madende kürek sallayan Yugoslav, İtalyan, Yunan ve Türk isçileri "umut" üzerinden ayırmayı çok doğru bulmuyorum. 1970’lerde Avrupa’nın fabrikalarında, madenlerinde çalışan 8 milyondan fazla göçmen işçi vardı ve bunun ancak bir milyonu Türk işçileri. Biz belki bütün bu hikayeleri yalnızca Türklerin yaşadığını düşünüyoruz ama bir şeyleri arkada bırakıp gitmek ve umudunu yitirmemek göçmenliğin mayasında olan bir şey. Yüksel Özkasap bizimkilere gurbet türküsü söylüyordu da Silvana Armenulic Yugoslav isçilere aynı şeyleri söylemiyor muydu? Anadolu’da yalnız başlarına kalan kadınlar gurbetteki eşlerine hasret türküsü tellendiriyordu da Atinalı, Bragalı, Napolili kadınlar şarkılar söyleyip, şiirler, mektuplar yazmıyor muydu?
- "Babam 33 yaşında madende göçük altında kalıp hayatını kaybetti. Annem Almanya’dan kesin dönüş yaparken yanında 4 çocuğu ve babamın cenazesi vardı. Sobalı evimizde ne zaman yere kömür taneleri döksek, 'babacığınız bu yolda göçüp gitti, alın onu yerden" derdi annem.'
- "Babam Almanya’ya giderken bavulunun içine girer 'Ne olur beni de götür, sana orada menemen yaparım' derdim. Simdi ben de baba oldum ve babamın buna nasıl dayandığını anlamaya çalışıyorum."
Tabii ki, yazıyordu…
Conny Froboess, "İki küçük İtalyan, her sabah evlerine giden trenin arkasından bakıp giden treni izler" diyor şarkısında. Sabahları fabrikaya giderken istasyondan kalkan Napoli trenine bakıp, başlarını öne eğip giden İtalyan işçileri anlatıyor. Her pazar tatilinde giyinip kuşanıp şehrin merkez tren istasyonun giden, heyecanla İstanbul trenini bekleyen, trenden inenlere koşup sarılan, memleketten havadis soran Türk işçilerin yaşadığı duygu da sanırım aynı insani köklerden besleniyor. Farklı kültürlere ait olan göçmen işçileri ve ailelerini aynı duyguda buluşturan şey belki de buydu. Geride kalanların hissettikleri derin özlem duygusu ve gidenlerin bir an önce memleketlerine, ailelerine kavuşmak için içlerinde taşıdıkları o uçsuz bucaksız umut… Ama sorunuzun hakkını belki şurada verebiliriz. Bahsettiğimiz yabancı ülkelerdeki işçiler, toplumsal olarak birbirine benzeyen kültürlerde yaşamış, aynı dinden, yakın köklerinden gelen insanlardı. Gerçek anlamda uzağa, gurbete, bilinmeyene ve yabancı olana gidenler bizlerdik.
Evet, çünkü biz uzaktan geliyorduk.
Evet, çünkü yarım gün yolculukla Almanya’ya gelen İtalyan işçi ile üç günlük tren yolculuğu sonrasında Almanya’ya ulaşan Türk isçi arasında duygusal benzerlikler olsa da yoğunluklarının farklı olduğu üzerine konuşabiliriz. Dilini, kültürünü, değerlerini bilmediğiniz bir toplumda kendinizi daha yabancı hissedersiniz. İnsan böyle zamanlarda memleketine, ailesine daha çok özlem duyar. Bizimkiler Yugoslavlara Yugo derdi, şimdi o zamanlar Yugo’lardan biri Belgrad’a mektup yazmış olsa mektup gideceği yere üç gün sonra ulaşıyor. Ama bizim İbrahim Gaziantep’e bir mektup gönderse, eşi Zeliha’nın eline ancak iki haftada ulaşıyor. Bana sorarsanız iki hafta boyunca yol tepen, dağlar tepeler aşan bir mektubun gam yükü biraz daha fazladır. O mektup içinde taşıdıklarıyla yol boyunca daha da sırlanır. Yol, insanı da duyguyu da pişirir. Göçmenliğin kadim yasalarına bir itirazım yok ancak eğer gurbet ve gurbetçilikten bahsediyorsak sanırım bu en çok Türklere yakışıyordur. Gurbetin yasaları diye bir şey varsa bunu yazmak herkesten önce Türk isçilerin ve ailelerinin hakkıdır.
"Hannover’deki Türk isçiler cami olarak kullandıkları vagonda kıbleyi her gün yeniden ayarlıyor. Çünkü vagon iş durumuna göre hep mevki değiştiriyor." Kitabınızdaki bu alıntıdan hareketle özellikle Almanya’ya giden 1. kuşağın çabası "mekânı kendine dönüştürmek" 2 ve 3. kuşağın kendini kaptırdığı şey ise "mekâna dönüşmek" idi… Bu konuda neler söylersiniz?
Göçmenlerin mekânla ilişkisine içgüdü üzerinden bakabiliriz sanırım. Yeni bir eve ya da ofise taşındığınızda orayı kendinizi rahat ve huzurlu hissedeceğiz şekilde, kendi estetik ve kültürel değerleriniz çerçevesinde dizayn edersiniz değil mi?
Çünkü içiniz ancak öyle rahat eder. John Berger’in bir sözü var, "göçmen işçi ancak yatağında özgürdür, çünkü ancak orada istediği gibi rahat hareket edebilir." diyor. Öyleyse göçmen işçi için mekân algısı, kendisi tarafından biçimlendirilmemiş, değerleri ve özgürlük alanı başkalarınca belirlenmiş sınırlı bir alandan ibarettir diyebiliriz. Yalnızca yatağında kendini özgür hisseden insanlardan yıllarca buna razı gelmelerini bekleyemezsiniz. Göçmen işçi kendisine çizilen bu alanı genişletmek, ait olduğu kültürden ve değerden etrafında bir parça görebilmek için yeni mekânlar inşa etmek isteyecektir. Memleketimizden ilk giden neslin yaşam şartları açısından birkaç temel önceliği vardı. Helal yemek, ibadet yeri ve yeteri kadar uzun yıllık izin bunlardan ilk akla gelenler. Bir kısmı mekânla, bir kısmı inanç ve insani değerlerle ilgili.
- "Babam Zürih’ten bir bant göndermiş, oradaki günlerini anlatıyor. En son diyor ki "Hanım arka yüzünü yalnızken dinle." Gece annemin sessizce ağladığını duyuyorum. Babam fonda bir şarkı söylüyor: Bilsen uzaklarda kimler ağlıyor, gelemem sevdiğim felek koymuyor."
- "Eşim bant doldurup yollamış, bütün ev teybin başındayız. Eşim bantta iyisiniz inşallah diyor bütün ev ‘iyiyiz iyiyiz’ diyor, köye kar inmiştir diyor, herkes ‘indi indi’ diyor. En son anasını, babasını herkesi andı, kalanlara da hasretle selam ederim dedi. İşte o kalan bendim.."
Evet, 1. kuşak deyince aklımıza bunlar geliyor.
Fakat şimdi… Türklerin oturduğu bir apartmanda yaşayan Berlin doğumlu Türk genci, Berlin’in Alman yoğun semtlerine gittiğinde bir hesap kitap girdabına giriyor. Berlin doğumlu, hem Alman, hem Türk pasaportu taşıyor, iki dili de anadili gibi konuşuyor. Bu genç gerçekte hangi mekânın parçası? Kendini nereye ait hissediyor? İlk neslin yüzleşmek zorunda olmadığı bir soruydu bu. Hangisi daha zor dersiniz? Sanırım bunun yekpare bir cevabı yok. Bence nesiller arası temel farklılık tam da buradan doğuyor. Mekânı inşa edenlerle mekânın içerisine doğanların yüzleşmek zorunda oldukları gerçeklikle ilintili.
Almanya’nın bilhassa 90 sonrası yerleşen diğer ülke vatandaşlarına uyguladığı ırkçılık ve ikinci sınıf insan muamelesinin sebebi artık modern Almanya’nın kurulumun nihayete erdiğinin düşünülmüş olmasından dolayı mı? Modern Almanya’yı kurdular ve simdi onları göndermeliyiz…
Bu aslında 1970’lerin başında tetiklenen bir süreç. 1973 ekonomik krizi Almanya’yı çok sarsıyor. İşsiz sayısı 2 milyonu, göçmen sayısı 4 milyonu geçiyor. Pazar günleri otomobille dışarı çıkmanın yasaklandığı bir dönem düşünün. Gazetelerde nasıl tasarruf ederiz diye ilave ekler dağıtılıyor, okullarda tasarruf dersleri anlatılıyor. Vosvos minibüsünün önüne 2 tane at bağlayıp çeken Alman protestocuların fotoğrafı var 11. Peron’da. Bu dönemde tüm ekonomik ve toplumsal sorunların faturasını göçmenlere kesme eğilimi mevcut. Bunu hem siyasette hem de sokakta görmeniz mümkün. İşsizliğin, enflasyonun ve diğer sorunların sebebini göçmenlerin bu denli kalabalık olmasına bağlıyorlar. Almanlar yurt dışından gelen işçilere "gastarbeiter" derler. Konuk isçi anlamına gelir. Alman WDR kanalı o dönem bir anket başlatıyor. Konuk işçi yerine ne diyelim diye. Kanala 30 binden fazla yanıt geliyor. Konuk demeye gönlü el vermeyen 30 bin kisi. Ve jüri onca cevabın içerisinde "yabancı isçi" kavramını seçiyor. Konuk olmaktan yabancılığa geçiş... Malumun ilanı aslında.
Konuk olmaktan yabancılığa geçiş…Sonra hep yabancı kalmak…
Bunu devlet politikasında görmek de mümkün, 1973’te işçi alımı durduruluyor, 1984’de geri dönüşü teşvik yasası çıkartılıyor. Göçmen nüfusu azaltmak için yapılıyor bunlar. 1970’lerden başlayarak bakarsak bugün maalesef hiç gündemde olmayan, isimleri, şehirleri unutulmuş çok sayıda ırkçı saldırı var. Nazi Rocker, Eski Savaşçılar, Yabancıları İmha Komandosu gibi onlarca ırkçı örgüt kurulmuştu Almanya’da. Bunlar arşivlerde var. Çok basit aramalarla karşınıza bu bilgiler çıkıyor. Göçmenlere yönelik çok aşağılayıcı bir tutumun toplum tabanına yayıldığı görebiliyoruz. Duvarında "Türken Raus/Türkler Dışarı, Türkler Defolsun" yazmayan göçmen mahallesi neredeyse yoktu. 11. Peron da epeyce örnek vermeye çalıştım. Okulda arkadaşları tarafından itilip kakılan çocuklarımız işyerinde güvencesiz çalıştırılıp, insanlık dışı muamele gören işçilerimizi ve daha fazlasını örneklerle anlatmaya gayret ettim. Ama şunu sormadan da geçmeyelim, biz toplum olarak bütün bunları hatırlamak ve hatırlatmak için ne yapıyoruz? Bugün memleketimizde sokaktan geçen herhangi birine sorsak yurt dışında Türklere yapılan saldırılardan hangisini hatırlıyorsunuz diye. Sanırım birçok kişi cevap veremez.