Gökdemir İhsan: Sanat içinde bulunduğumuz dünyanın mümkün dünyalardan sadece biri olduğunu göstermelidir

ERAY SARIÇAM
Abone Ol

Dil ve İdea, Katakofti, Kurmaca Alıştırmaları ve Modern Kahramanın Düşüşü kitaplarıyla tanıdığımız Gökdemir İhsan ile kurmaca, deneysel edebiyat, hakikat, post-truth ve katharsis çerçevesinde keyifli bir söyleşi yaptık…

Kurmaca, hemen her zaman olduğu gibi yine sıkça tartışılıyor. Tabii bugünlerde işin içine bir de “post-hakikat” kavramı girdi. “Gerçek”; kurmacanın ve hayalin karşına “şüphe” ile konuyor sıklıkla. Ancak bunla birlikte bir de sosyal medya ve dijital platformalar var örneğin. Peki siz böyle bir dönemde, kurmacayı nasıl bir yerde görüyor, nerede konumlandırıyorsunuz? Kurmaca böyle bir dönemde nasıl bir önem arz ediyor?

Çağcıl gevşekliğimiz bizi artık izafî dahi olsa hakikate tahammül edemez hâle getirdi.

Post-modernite modern dönemin hakikati vaaz eden büyük anlatısına karşı çıkarak çoklu, izafî, kesişimsel bir hakikat fikri geliştirmişti. Telifim kolaylıkla post-modern edebiyat başlığı altında tasnif edilebilse de, dahası mutlak hakikati vazetmeme hususunda post-modernistlerle mutabık olsam da, ben büyük harfle yazılan hakikatin varlığı meselesinde post-modern düşünceden ayrıldığımı birçok defa söylemiştim. Bu husustaki fikrimi şöyle özetleyebilirim: Hakikat varlığın bilgisidir ve varlığın mutlaklığından dolayı o da mutlaktır. Fakat tam da bu yüzden, hakikat kendinde olduğu hâliyle dile getirilemez. Ya da tersinden söylersek, dile getirilen şey hakikatin kendisi olamaz; o ancak hakikatin izafî bir veçhesidir. Fakat çağcıl gevşekliğimiz bizi artık izafî dahi olsa hakikate tahammül edemez hâle getirdi. “Post-truth” tartışmasına böyle bakıyorum. Varlığın yok, hakikatin çok, bilincin bir yanılsama sayıldığı zamanları “hakikat- sonrası” teranelerinin takip etmesinden daha doğal bir şey olamazdı zaten. Bu zamanında Platon’un mahkûm ettiği şeyin varabileceği son noktadır, yani sofizmin şahikasıdır.

Bugün geldiğimiz noktayı belki de “şeyleşme” olarak tanımlayabiliriz. Ya da bir tür hibritleşme. Olumlu ya da olumsuz görülebilir ama her şey birbiri içine girmiş durumda. Şiirde, sinemada, müzikte… Böyle bir ortamda “kurmaca” ifadesi de adeta bir sığınak gibi oldu. Ortaya konan her “ürüne” kurmaca demeye başladık neredeyse. Peki her şeyin kurmaca gibi okunduğu çağımızda, kurmacada kendine özgü olan nedir? Yani ne türden bir çalışma ve düzenleme kurmacayı meydana getirir? Kurmacayı kurmaca yapar?

Roman yazmayacağımı ilan etmiş olsam da ben kendi kurmaca anlayışımı The Penguin Dictionary of Literary Terms and Literary Theory’de karşı-roman maddesinde tanımlanan edebî türe yakın buluyorum: “Kurmacanın bu türü deneysel olmaya meyyaldir ve geleneksel hikâye anlatıcılığı yöntemlerinden ve roman formundan ayrılır. Okuyucuda gerçekçilik ya da natüralizm yanılsaması yaratmak için pek girişimde bulunmaz. Kendi konvansiyonlarını ve okuyucuyu karakterlerle özdeşleşmekten alıkoyan, fakat aynı zamanda onu ‘katılmaya’ -ama vekaleten değil- ikna eden farklı türde bir gerçekçilik inşa eder”. Mevzubahis maddede türün başlıca prensipleri şöyle sıralanır: “Belirgin bir olay örgüsünün olmaması, dağınık vaka, asgarî karakter gelişimi, nesnelerin yüzeysel analizinin detaylandırılması, bir hayli tekrar, kelime imlası ve zaman sırasının dizilim varyasyonları ile sayısız deney, alternatif sonlar ve başlangıçlar”. Ben bu tanımın sadece karşı-romanı değil aynı zamanda deneysel edebiyatı da tanımladığını düşünüyorum. Ya da en azından kendi telifimi deneysel edebiyat başlığı altında tasnif ediyorum. Peki, deneysel edebiyatın karşı çıktığı ve koptuğu konvansiyon hangisidir? Kabaca söylersem, o romanın tırnak içinde edebiyata dönüştüğü, boş vaktini hoşça geçirmeye çalışan burjuva kadınının oyalandığı ya da çağcıl ideolojilerin okuyucuya zerk edildiği dönemlere ait konvansiyondur. Bence deneysel edebiyat bu konvansiyonun zincirini kırarak edebiyatı yeniden sanat seviyesine yükseltmeye çalıştı. Çünkü sanat dediğimiz şey Platon’un mağarasında zincirlenmiş mahkûmların bakışlarının raptedildiği duvara yansıtılan ve mahkûmları eğleyen bir faaliyet olamaz. Ona ancak beşeri özgürleştirdiğinde sanat diyebiliriz. Bu nedenle sanat evvelemirde mahkûma kendi zincirlerini göstermeli, aslî failin kendisi olduğunu hatırlatmalı ve böylelikle onu eyleme sevk etmelidir.

Sanat dediğimiz şey Platon’un mağarasında zincirlenmiş mahkûmların bakışlarının raptedildiği duvara yansıtılan ve mahkûmları eğleyen bir faaliyet olamaz.

Roman, öykü ya da anlatılar hayatla ne kadar sıkı bağlara sahip olsalar da son tahlilde yazarının hayal gücünün bir ürünü. Düşsel bir dünya… Peki, yaşamın katı gerçekliğine karşı, kurgusal metinler bize yardımcı olabilir, yaşadığımız bu zorlu hayatla başa çıkabilmek için bize yol gösterici olabilirler mi?

Picasso hepimizin sanatın hakikat olmadığını bildiğini söyler. Ona göre sanat, hakikati, en azından anlamamız için bize sunulan hakikati fark etmemizi sağlayan bir yalandır. Sanatçı eserlerinde yalanları örtmenin değil, ifşa etmenin yollarını aramalıdır. Bence sanatın mahkûma kendi zincirlerini göstermesinin yolu onun kendi yöntemini ifşa etmesiyle başlar. Dolayısıyla sanat evvela kendi yaptığının hakikat değil bir tür taklit olduğunu bildirmelidir. Seyircisine tam da bu temsiller marifetiyle mahkûm edilmiş, zincirlenmiş olduğunu göstermelidir. Böylece okuyucuyu/seyirciyi bir gerçeklik yanılsamasına mahkûm etmek günahından kurtulmuş olur. Hatta belki de bu sayede okuyucunun/seyircinin bulunduğu durumun yanılsamalardan bir yanılsama olduğunu fark etmesini sağlar ve böylece onu yanılsamalardan kurtulmuş bir hakikatin soruşturmasına teşvik eder. Onu zincirlerinden kurtulmaya, arkasına dönerek gerçekliğin resmini bizzat görmeye, hatta gerçekliğin bir resmiyle dahi iktifa etmeyip bizzat hakikati müşahede etmeye teşvik eder. Bence hakikî sanat mahkûmlara zincirlerini göstererek sahip oldukları dünya “anlayışının” bu mahkûmiyetin icbar ettiği bir tasavvur, sadece bir zan olduğunu ve zincirlerinden kurtulmadıkça hakikati asla müşahede edemeyeceklerini ilan eden, nefslerini çelip onları güzele firar etmeye çağıran bir özgürleşme çağrısıdır. Özetleyerek söylersem, sanat bize içinde bulunduğumuz dünyanın mümkün dünyalardan sadece biri olduğunu göstermelidir. Daha önce de birçok kez ifade ettiğim gibi, benim telifimi karakterize eden oyunun amacı da budur: Dünyanın kapalı, belirlenmiş bir gerçeklik olmadığını, başka dünyaların mümkün olduğunu göstermek. Telifimdeki bütün o varyasyonların tekrarların arkasındaki niyet tam olarak budur.

Bir önceki soruyla da ilgili olacak sanırım. Kurmacanın bir tür katarsis olduğu düşünülür. Neredeyse bütün edebi türler-öyle ya da böyle, çok ya da az, yoğun ya da seyrek- bir şekilde katarsistir herhalde. Bu düşünceye katılır mısınız?

Bilindiği üzere, arınma, saflaşma, temizlenme, tasfiye manasındaki bu kelime önceki düşünürler tarafından kullanılmış olsa da Batı düşüncesindeki katharsis tartışması Aristoteles’e dayanır. Aristoteles tragedyayı tanımlarken onu karakterize eden üç unsurdan bahseder: Tragedya kişileri eylem hâlinde temsil eder, tahkiyeye başvurmaz, acıma ve korku marifetiyle bu ve benzeri teessürleri tasfiye eder. Aristoteles bunların ve tüm teessürlerin beşerde bir arınmaya ve yüklerinden hazla kurtulma hissine sebep olduklarını iddia eder. Platon ise kendi başımıza geldiğinde sabredeceğimiz acıları tiyatroda gördüğümüzde, başkalarının acılarına ağlamayı ayıp saymayıp kendimizi acıma duygusuna bıraktığımızı söyler. Şairlerin felakete uğrayınca zorla tutmaya çalıştığımız, nefsimizin ağlayıp sızlamak, inlemek isteyen cihetini doyurmak istediğini tespit eder. İşte tragedyada coşturulan nefsimizin bu cihetidir. Platon aldatıcı taklitçi sanatın muhakeme yetisini mefluç kılıp nefsin ahengini bozduğunu, haz, şehvet, acı ve korkuyu kullanarak bir yandan beşerî nefsi bedene çivilerken diğer yandan onu hislerinin bildirdiğinin hakikî olduğuna ikna ettiğini düşünür. O arınmayı, tasfiyeyi (katharsis) nefsi bedene bağlama işlevine sahip olduklarını söylediği zincirlerden kurtulmak olarak tanımlar. Platon’a göre tasfiyenin aslî manası nefsin bedenin tahakkümünden kurtarılması ve bu sayede onun hakikî özgürlüğüne kavuşturulmasıdır.

Sanatın mahkûma kendi zincirlerini göstermesinin yolu, onun kendi yöntemini ifşa etmesiyle başlar.

Bu hâl ise ancak philosophia faaliyetiyle mümkündür. Ona göre hakikî fazilet hazlardan, acılardan ve korkulardan arınmaktır. Oysa tragedyada sergilenen acı ve korku, muhatabının nefsini tasfiyeye uğratmaktan fersah fersah uzaktır. Aksine aldatıcı taklitçi sanat bu teessürler marifetiyle akletme yetisini felce uğratarak nefsi hesapsızlığa, ölçüsüzlüğe düşürerek onun ahengini korkaklık ve şehvet düşkünlüğü lehine bozar. Aldatıcı taklitçi sanatın tesis ettiği bu “kötü düzenin” neticesi ise gaflettir. Bedene çivilenen ve onun bildirdiklerini hakikat zanneden nefs artık öğrenme kabiliyetini kaybettiği için zanna mahkûm olmaktan kurtulamaz. Aldatıcı taklitçi sanat nefsi zincirleri içinde kalması için eğleyen “büyüdür” ve bu hâliyle o sadece mağaranın duvarındaki gölgelerin sanatıdır. Seyircisinin nefsini eğleyerek ona eyleyenin, yani aslî failin kendisi olduğunu unutturur. Mahkûmların mecburî nazargâhı olan mağara duvarında onu eğleyen tasvirler üreten aldatıcı taklitçi sanatın aksine, hakikî sanat evvelemirde sahnedeki temsillerin hakikî olmadığını, duvardaki gölgelerin gerçek hayatın hakikî temsilleri olmadığını ilan eder. Platon’a göre insanlar doğru zannı ancak iradeleri hilafına terk ederler. Bir insanın iradesi hilafına bir şeyden mahrum bırakılması ise ancak hırsızlık, zor kullanma ya da büyüyle mümkündür. Büyücülüğün kurbanları hazzın baştan çıkarıcılığı ya da korkunun dehşetiyle kanaatlerini değiştirirler ve aldatıcı her şey büyüleyicidir. Büyüden, hipnozdan ya da narkotik tesirinden kaynaklanan eylemsizlik ve maruz kalma aynı zamanda Brecht’in eski tiyatro seyircisinde teşhis ettiği ve aşmaya çalıştığı temel meseledir. O Aristotelesçi tiyatronun nihaî hedefi olan katharsisi illüzyona sebep olan bir tür büyü ya da hipnoz olarak görür ve tüm çabasını onun gerçekleşmesine sebep olan empatiyi ortadan kaldırmaya teksif eder. Bu nedenle ben de kathartik sanatın değil, Brecht’in Aristoteles karşıtı epik tiyatrosunun yanında duruyorum.

Bir şair olarak merak ediyorum. Kurmacalarda şiirin imkânlarından ne derece faydalanıyorsunuz? Yani bir dizeyle dahi olsa yol gösterir mi size şiir?

Benim modern şiirle meselem var. Mukaddes İlmin Sembolleri kitabındaki “Kuş Dili” başlıklı makalesinde Guénon şiirin kökeninde sahih bir kutsal karaktere sahip olduğunu, bugün anlaşılan abes “edebiyat” olmadığını, şiirin başlangıçta kutsallık-dışı (profane) anlamda artistik ya da edebî üretimden çok daha başka bir şey olduğunu söyler. Kadim zamanlarda şairin ilahî kelamın tezahür ettiği “kutsal dilin tercümanı” olarak adlandırıldığını aktaran Guénon, bu kelimeyle onun bir tür peygamberlik olan bir ilhamın bahşedildiği kişi olarak tanımladığını söyler. Fakat Guénon’a göre, daha sonra gerçekleşen bir soysuzlaşmanın neticesinde, şair artık sıradan bir kâhinden, onun eseri de adi bir büyü eylemi olan sihirden başka bir şey değildir. Dolayısıyla şiir derken erenlerin sözlerini kastediyorsak, onlar sadece telifimin değil dünyaya bakışımın, yani dünya görüşümün dayanaklarıdır. Söyleşimizin başında temas ettiğim hakikatin dile getirilmesi bağlamında meseleyi ele alırsak ne kastettiğim biraz daha belirgin hale gelir diye düşünüyorum. Hakikat sözle öğretilebilir bir şey değildir. Başta da söylediğim gibi, o varlığın bilgisidir ve ona ancak varlığın bizatihî müşahedesiyle ulaşılabilir. Fakat bu müşahede, yani nazar (theoria) bütünüyle dile, yani logosa tabi kılınamaz. Bu nedenle erenler varlık temâşâlarını taklit (mimêsis) marifetiyle dile getirir. Dolayısıyla onların şiirleri kendi keşif seyahatlerinin kayıtları ve dile gelmez hakikatin en dile getirilebilir ifadeleridir. Fakat kastedilen modern şiir ise ondan uzak durmamam mümkün değil. Çünkü Barbar Conan’ın da dediği gibi “Büyüden nefret ederim”.

İstanbul’a beni bağlayan şeyin, Bursa’da da var olan, selâtin şehir mirası olduğunu idrak ettim.

Peki, metinlerarasılığın, yer ve zaman üzerinde oynamanın, yeni yorumlar getirmenin sizdeki gerekçesi nedir? Sizi buna yönlendiren ne oldu? Kurmacada bu gibi yöntemlerin güç tarafları nelerdir, mesela neden Gökdemir İhsan başarılı oluyor da bir başkası değil? Ya da şöyle sorayım: kurmacanın ve onun şubeleri metinlerarasılığın, büyülü gerçekliğin, rüyaların Türkiye’de 80’li yıllardan bugüne bunca revaçta olmasının nedenleri nelerdir? Ne oldu o toplumcu-gerçekçi romanlara…

Maalesef bizde sanat hakikî estetik temellendirilmelere dayanarak değil, hiç tartışılmadan kabullenilmiş çağın egemen estetik hegemonyasına ya da ideolojik saplantılara teslim olunarak üretiliyor. Bu yüzden 1980 öncesi sosyalist solun yükselişiyle revaç bulan toplumcu gerçekçi sanat, yine solun yenilgisinden sonra “moda” olmaktan çıktı. Benim bu edebiyata olan mesafem onun toplumculuğundan değil gerçekçiliğinden kaynaklanıyor. Biraz önce arz ettiğim gibi, ben sanatın gerçeklikle ilişkisinin problematik olduğunu, onun kendisini gerçekliğin bir temsili ya da tasviri olarak sunmak yalanından vazgeçmesi gerektiğini düşünüyorum. Dolayısıyla sanat eserinin tekniğini ifşa etmesi artistik bir trük (hüner, numara, hile, aldatmaca) değil, onun hakikate borcunu ödemesidir. Post-modern edebiyat sadece belli trüklerin, tekniklerin uygulandığı hedonist bir edebiyat değildir. Yanlış anlaşılan şey, post-modernitenin biçime dair bir şey olduğudur: Belirli trükler, teknikler uygulanınca post-modern bir eser verilebilirmiş sanılıyor. Fakat biçim aslında onu üreten düşünceyle doğrudan alakalıdır. Daha doğrusu, hakikî bir sanat eyleminde içerik sanatçıyı biçeme icbar eder.

Şehirlerin sanatçılar üzerinde nasıl bir etkisi vardır peki? Siz çok gezen, seyahat eden biri değilsiniz ama yine de sizin üzerinizde hangi şehrin/ şehirlerin ne gibi bir etkisi vardır? Ben Gebze doğumluyum örneğin. Gebze arada kalmış bir yerdir, Türkiye gibi. O yüzden zihnimi hep parçalanmış hissederim… Ya da şöyle: “Yazar, kurmacada bir nevi parçalanmış kimliğini inşa eder”, diyebilir miyiz?

Benim için bir şehri keşfetmek onun arka sokaklarında kaybolmak, sahaflarını, kenarda kalmış sanat galerilerini, çiçek pazarını görmektir.

Ben doğduğum şehir şöyle dursun, evden dahi dışarı çıkmak istemeyen biriyim. Haftalarca dışarı çıkmasam dahi herhangi bir gezme arzusu duymam. İleri yaşlarıma kadar İstanbul dışına adım atmadım. Sonraları da birkaç şehirle sınırlı kaldı yolculuğum. İstanbul dışında sadece Bursa’da vakit geçirmeyi sevdim. Bu sayede İstanbul’a beni bağlayan şeyin, Bursa’da da var olan, selâtin şehir mirası olduğunu idrak ettim. Tabii benim tecrübe ettiğim Bursa bugünkü Bursa değildi. İstanbul dışında sevebileceğim, —Allah göstermesin— mecbur kalırsam yaşayabileceğim bir başka şehir ise Londra oldu. Sonraları epey şehir gördüm. Fakat gittiğim şehirlerin “turistik” mekânlarından uzak durdum. Benim için bir şehri keşfetmek onun arka sokaklarında kaybolmak, sahaflarını, eskicilerini, kenarda kalmış sanat galerilerini, çiçek pazarını, bitpazarını görmektir. Mesela Paris’te yeterince kalmama rağmen Eiffel Kulesi'ne yaklaşmadım; Louvre Müzesi'nin otoparkını kullandım, otoparktaki alışveriş merkezine girip çıktım ama müzeyi gezmedim. Yahudi mahallesinde kurulan pazar ya da Magriplilerin mescitleri bana daha cazip geldi. Fakat asıl özlediğim yer bir şehir değil, küçük bir manastır ve onun bahçesi: Ohri gölünün güneydoğu kıyısında, Arnavutluk sınırının hemen yanındaki Sveti Naum Manastırı. Oranın sadece Hristiyanlar için kutsal bir belde olmadığını, kadim zamanlardan bazı izler taşıdığını hissetmiştim. Yıllar sonra Sarı Saltuk’un makamlarından birinin de orada olduğunu okudum. Bu manastırın yanı başında bir gölet var. Dağdan inen su bu göletin tabanından kaynıyor. Su o kadar berrak ki tabanda gözelerin oluşturduğu halkaları ve kabarcıkları görebiliyorsunuz. İşte o gölette yaptığım kayık gezintisinin verdiği huzuru her zaman özlüyorum. Kaçmak istediğimde aklıma gelen yer orası.

Peki, hangi şehre geç kaldınız?

Geç kaldığım şehir Kurtuba. Siz mecazî olarak sordunuz ama ben gerçekten geç kaldım oraya. Bir toplantı için üç gün Madrid’de kalmam gerekmişti. Çok uzun zamandır Endülüs’e doğru bir çekim hissediyordum. Sanırım hem İbn Arabi’nin Endülüslü olması hem de Endülüs’ün bizim en batıdaki en erken tecrübemizi teşkil etmesi beni oraya doğru çekiyordu. Toplantının tatil edildiği son gün Kurtuba’ya gitmek istemiştim. Fakat hızlı trenle bile gidip gelsem dönüş uçağına yetişemiyordum. Bu yüzden Madrid’in arka sokaklarının keşfiyle iktifa etmek zorunda kalmıştım. Bir de Brugge var tabii. Filmi izlediğimden beri, birçok izleyici gibi ben de Brugge’ü görmeyi arzu ediyorum.