Gitmek istediğim şehirler: Santiago

ÖMER ERDEM
Abone Ol

Pablo Neruda ve Gabriella Mistral olmasaydı Şili’ye yine merak duyardım. Çünkü, Şili’nin kendi isminde tadına tam varılamayan bir çağrışım zenginliği var. Eğer son dakikada karşıma çıkan o bürokratik engel olmasaydı Şili ve Santiago’yu şimdiye dek çoktan görmüş olacaktım. Büyük Okyanus’un kıyısında kâh dikilmiş ince uzun bir sopa kâh açılmış bir bıçak gibi uzanan bu ülke bana Latin Amerika’nın şiiri gibi gelir hep. Bir çocuk boylu boyunca başını And Dağları’na koyup uzanmış, dünya denilen şu huzur vermeyen yuvarlağa neşe olmak istemiş gibidir. Paskalya Adası’ndaki Moai heykellerine dikkatle baktığımız zaman su ile toprak arasındaki sonsuz kucaklaşmayı da buluruz. Ölümsüzlük arzusu kadar zorluğa meydan okuma duygusu taşların bedeninde anlam bulur. Şili, zorun dansıdır.

Moai Heykelleri.

Paskalya Adası’ndaki heykel geleneği buraya ne denli kök verir bilinmez fakat Şili için önemli olmuş kişilerin heykellerini buradan da okumak isterdim.

Santiago bir başına Şili’yi karşılamak istemez. Adeta bir emanetçi gibi davranır. Çünkü Şili yekpare bir iklim olmadığı gibi tekdüze bir ülke de sayılmaz. Birbirine uzak olmayan zamanda Neruda ve Mistral gibi iki büyük şair çıkarması göğsünde taşıdığı sancıyla da ilgili olmalı. Volkan onun kalbinde sanki salt bir jeolojik durum değil enerji gibi de fokurdar. Salvador Allende ile Augusto Pinochet isimlerindeki gerilim ve temsil ettikleri semboller bile bunu simgeler. Şili, bir sürekli oluş hikâyesidir sanki. Başkent Santiago’yu Latin Amerika’nın en güzel şehri diye niteleyen YouTube videoları ve tanıtım filmlerinin rehberliğinde, şehirden ülkenin kalbine, insanların gözlerine, seslerine yol almayı çok isterdim. Ufkunu yüksek ve karlı dağlar vermiş şehirlerde her zaman özgürlük tutkusu barınır çünkü. Patagonya isminin Arjantin ve Şili arasında asılı durması bile az ilginç değildir.

Santiago’da Street Art adıyla bir sokak olduğunu ve Şili siyasal tarihinin ana hatlarıyla buraya yansıtıldığını okuyunca şaşırmadım. Nedense, grafiti resimlerinin Latin Amerika’nın ruhuna daha uygun olduğunu düşünüyorum. Özgür ve beklenmedik renk kullanımı yanında hayal gücünü ileri taşıyan tasarım cesareti, doğanın çalgısı gibi geldi hep bana. İnsan, mekân ve canlılar arasında dokunan mekik ayrıca. Yerel yemeklerin hazırlandığı bir alan olması bir acı düşkünü olarak iştahımı kabartıyor. Şili bayrağındaki kırmızı, biber tadıyla birleşir bende. Ayrıca bu kırmızılıkta Kızılderili ruhu da sezerim.

Şili, bir sürekli oluş hikâyesidir sanki.

Şili’nin birbirine uzak olmayan zamanda Neruda ve Mistral gibi iki büyük şair çıkarması göğsünde taşıdığı sancıyla da ilgili olmalı.

Elbette Pablo Neruda evini ziyaret etmeden geçemem. Sadece Şili ile sınırlanamayacak bir şair de olsa, onun geçtiği mekânda şiir tozları vardır, canlı. Cristobal Tepesi’nden teleferikle inerken şairin yüzüne çarpmış rüzgarla karşılaşmayı kim istemez? Mesmerizing Cemeteri ise özellikle ilgimi çekerdi. Paskalya Adası’ndaki heykel geleneği buraya ne denli kök verir bilinmez fakat Şili için önemli olmuş kişilerin heykellerini buradan da okumak isterdim.

Gökdelenlere ve yeni tarz yapılara dünyayı aynılaştırdıkları için mesafeliyim. O sebeple yeni binalar (Sky Costanera) şehirlere gururla yukarıdan bakarlar. Bu sebepten Cajon Del Maipo’ya gitmenin yolunu arar, Şili’de her zaman karşımıza çıkan dağ duygusunu hissederdim. Yıllar evvel gitme şansını kaybettiğim Santiago’ya tekrar varmak mümkün olsaydı Plaza de Armas boyunca yürür, bu ülkenin şirini duymaya çalışırdım. Sonuçta, Amerika’nın keşfinden beri kimse yurdunda mutlu değil. Şiir de hâlâ mutsuzluktan doğuyor.