François Truffaut: Bir filmde hiçbir kusur yoksa ona artık film denilemez

ZEYNEP KANTARCI
Abone Ol

Bu söyleşi Don Allen tarafından 1979 yılında gerçekleştirilmiştir.

Yeni Dalga akımına ya da bu akımdan geriye kalanlara karşı karamsar bir his beslediğinizi söylemek isabetli olur mu?

Açıkçası pek de olmaz. Sizin de bildiğiniz üzere karamsarlar ve iyimserler diye bir şey yoktur. Ahlakçıların dediği gibi yalnızca mutlu budalalar ve mutsuz budalalar vardır. Bu sebeple karamsar olduğumu söyleme tuzağına düşmek istemiyorum. 1959 yılında ortaya çıkan ilk film koleksiyonunun yirminci yıl dönümünde olduğumuz için son zamanlarda Yeni Dalga’dan epeyce bahsedildi. Sanatsal fikirlerin dışında arkadaşlık, bireysellik, bir topluluğun iletişimi ve bunların zorunlu çürüyüşüne dair bir meseleyi benzer bütün akımlarda görüyoruz.

Bütçesi, bağlantıları olmayan ve ilk filmini çekmek isteyen Fransız bir gencin günümüzde sahip olduğu olanaklar sizce yirmi yıl öncesinden daha mı iyi?

Evlilik dışı bir ilişkinin çocuğu olarak 1932 yılında dünyaya geldi.

Hayır, 1959’da şaşırtıcı bir imkân fazlalığı vardı, o zamanlar herkes film çekebiliyordu. Bugün daha istikrarlı bir durum mevcut, ama yine de Fransa’da her yıl hâlâ otuz kadar “ilk film” üretiliyor. Bu da filmin gelecekteki kazancına mukabil geri ödenebilir kredi veren ekonomik destek sistemi sayesinde mümkün oluyor.

Filmlerin durumu kitaplara gitgide daha çok benziyor. Bir kitabı yayımlatmak çok da meşakkatli bir iş değil. Zor olan, kitabınızın kitapçı vitrininde yer alması, satın alınması ve okunmasıdır. Sinemada da aynı durum geçerli. Pek çok başarılı film üretiliyor ancak bu filmler hak ettiklerinden daha talihsiz bir kaderi paylaşıyorlar. Görünen o ki durum şu: son zamanlarda en entelektüel ve zeki seyirciler dahi basit ama kurnazca yapılmış bir filmi, derin ve biçimsiz bir filme tercih ediyor.

Felaket filmlerinin ve üstün yapımların, sinemanın, hiç değilse sizin sinema anlayışınızın bir bakıma itibarsızlaşmasına neden olduğunu düşünüyor musunuz?

Hayır, bu filmler sinemanın kökenine, başlangıcının ilk on-on beş yılına dönüşü simgeliyor. Sorduğunuz konuda hiçbir endişem yok. Bir filmi yeniden çekmek ayıplanıyor çünkü hâlihazırda çekilmekte olan oldukça fazla film var, çekilmeye değer etkileyici sahnelerin sayısı ise buna kıyasla pek az. Yani bütün sinema tarihi yeniden çekimlerle dolu, bu filmler orijinallerinden daha başarılı oldukları müddetçe de bunun bir mahzuru yok. İlk sesli filmler çıktığında kalitede bir düşüş görüldü fakat ses unsurunun doğuşu, King Kong (1933) gibi bir filmin incelikle tasarlanmasını ve görsel iddiasını engelleyemedi. Günümüzdeki sorun ise renklerle mücadele etme gereksinimi. Renklerin bir engel değil de ilerleme teşkil ettiğini sanmakta ne kadar yanılmışız.

Bu söyledikleriniz sahip olduğunuz genel bir nostalji duygusundan mı kaynaklanıyor?

Öyle değil. Sinemada mükemmeliyet, gösterilen her ne olursa olsun, film ile gerçeklik arasında bir bariyerin bulunduğu bilgisine dayanır. Son bariyeri de renk ortadan kaldırmıştır. Eğer bir filmde hiçbir kusur yoksa ona artık film denilemez. Bu durumda yönetmen, belgesel türüyle yarışa girişmiştir ve bunun neticesi de çok sıkıcıdır. Tıpkı Amerikan televizyonu için çekilen, herhangi bir kurgusal boyuttan yoksun, tekdüze ve sıkıcı bulduğum belgesel kokan pek çok film gibi. Modern sinemanın da ekseriyeti böyledir.

Renk bizim düşmanımızdır. Sette bir daire inşa etmek, artık gerçek bir dairede çekim yapmaktan daha ilgi çekici benim için. Bir stüdyoda renklerin çirkinliğine karşı yapılan savaşı kazanma ihtimali var hiç değilse. Çok fazla gece çekimi yapmak veya yapay açılara odaklanmak bunu sağlayabilir.

Çektiğimiz filmlerin belgesele benzemesini istemiyorsak tekrar yapay olana dönmeliyiz. Hitchcock’un dikkatimi çekmesinin ilk nedeni muhtemelen buydu. Ömrüm boyunca emin olduğum tek şey, belgesel türünün benim sinema zevkimin düşmanı olduğuydu. Hayatımda hiç belgesel çekmedim, umarım da çekmem. Belgeselcilerin ürettiği işleri sevemediğimden değil, mesela Marcel Ophuls’un The Sorrow and Pity (1969) belgeseli… Sadece, beni sinemaya çeken şey kurgu sevdamdı; film çekmeye yönelmemin nedeni ise kurgusal bir hikâyenin yapısını oluşturmaya duyduğum arzuydu.

Anneannesi, üvey babası ve annesi üçgeninde yetişti.

Size yöneltilebilecek bir eleştiri, çektiğiniz filmlerde pek bir ilerleme katetmemiş olmanız. Kişi hayatı boyunca tek bir film çeker, geri kalanlar yalnızca o ilk filmdeki fikirlerin birer revizesidir, diyen Renoir’ın görüşünü benimsediğinizi biliyorum. Otobiyografik ögeleri fazlasıyla kullandığınız söylemine katılıyor musunuz, yoksa bu durumu kaçınılmaz mı görüyorsunuz? Bütünüyle yeni bir başlangıç sizi heyecanlandırmıyor mu?

İlerleme katetmediğimin söylenmesi beni etkilemiyor. Katılıyorum, ortaya konulan herhangi bir gelişme zaten her zaman ufacık olur. İnsan en zengin yanlarını başlangıçta gösterir. Kariyerinizi sinemadan ibaret tutmanın bu çabaya değmeyeceğini bile söyleyebilirim. Nasıl ki bir şarkıcı ya da söz yazarının en güzel şarkıları ürettiği ilk üç-dört parçadan oluşuyorsa, bir yönetmen için de hemen hemen üç-dört film yeterlidir. Ne var ki bu eylem kişinin yapmayı en çok sevdiği iş olduğu için üretmeye devam edilir. Tüm bunlara rağmen ara sıra bazı zor konularda filmler çekiyorum.

The Green Room (1978) gibi mi?

Evet, “beladan arındığım” türde filmler. “Başarılı olduğumu” söylemek yerine bu ifadeyi kullanmayı tercih ediyorum. Hayli başarılı sonuçlanan filmler… Bir on yıl önce muhtemelen böyle filmler çekmeyi başaramazdım, “iddiayı kazanamazdım.” Mesela Adele H.'nin Öyküsü (1975) filmi kazanılması gereken bir bahisti, ancak bu kadar az unsur kullanarak bir film çekmeye kalkışmadan önce “işin mutfağında” belli bir deneyim edinmem gerekiyordu. Benzer şekilde, on yıl önce ilk film olarak Gecenin Ötesi (1973)’ni çekebilmem de mümkün olmazdı. Film çekmek için tecrübe ve sinema alanında bir hüner gereklidir, kariyerinin başındaki kişide bunlar tabii olarak az bulunur. İlk film için samimiyet yeterlidir, fakat bütün kariyerin samimiyet üzerine kurulabileceğini zannetmiyorum. Biraz teknik, biraz beceri ve elbette biraz da talih gerekli. Talihin yardımı olmadan hiçbir şey vuku bulmaz.

Sosyal ve politik açıdan bağımsızlığınızı sürdürüyor musunuz?

Yahudi bir diş hekimi olan gerçek babasıyla asla tanışmadı.

Evet, biraz da otobiyografik nedenlerden. Yüzde yüz Fransız hissetmiyorum kendimi, doğrusu kökenime dair tüm gerçeği de bilmiyorum. Hiçbir zaman oy izin belgemi çıkartmaya çalışmadım, yani oy kullanamıyorum. Eğer kullansaydım, kendimi yapay bir eylemde bulunuyor gibi hissederdim, âdeta bir rolü oynuyor gibi. Demem o ki Fransa’ya bir muhabbet hissetmiyorum, kalan ömrümü bir başka ülkede de rahatlıkla geçirebilirim. Vatanseverlik kavramının bende bir karşılığı bulunmadığı gibi, dinlerin de yok. İnsanlar bana inançlarını anlatmaya çalıştıklarında kuşkulu bir tavırda oluyorum, samimi olabildiklerine inanmıyorum. Bu tam bir aptallık çünkü aslında samimiler. İnançlarını destekleyemiyorum sadece. Benim dinim sinemadır. Ben Charlie Chaplin ve benzerlerine iman ediyorum.

Siyasete gelince, taşıdığı önemin son on yıldır çok abartıldığını ve gereğinden fazla değerlendiğini düşünüyorum. Siyaset, benim nezdimde ancak ev işi kadar değer taşıyor; sabahları toz alınması gerekiyorsa tozu alırım ve bunun üzerine konuşmam. Küllüklerin boşaltılması gerekiyorsa boşaltılır, ne var ki günün en kayda değer hadisesi bu değildir. Bütün bunlar gereklidir fakat bu meseleler sohbetimizin veya günümüzün genel toplamı hâline gelirse akılsızlık etmiş oluruz. Aynı durum siyaset için de geçerli.

Siyaset, insanların yaşamlarını ve toplumun yapısını değiştirmiyor mu sizce de?

Ancak yavaşça değiştirebilir. Değişim ne kadar ağır gerçekleşirse bir o kadar etkili olur. Değişimler şaşırtıcı bir nitelik taşımazlar. Dahası, eğer 20 yıl sonra çekilen politik bir filmin toplumu apolitik bir filmden daha iyi tasvir edeceği düşünülüyorsa, bu koca bir yalan. Bazı sofistike Hollywood komedileri geçmiş yılların Amerika’sını belirli bir sosyal istismarı ele almaya çalışan filmler kadar iyi yansıtıyor. “Kişi, içerisinde yaşadığı toplumu yansıtmak için çabalamalıdır,” düşüncesi yanlıştır, çünkü ihtiyari ya da gayriihtiyari, bu her hâlükârda gerçekleşecektir. Salvador Dali ressamlara şu öğüdü vermiştir: “Öncelikle ‘modern’ olmak konusunda bir endişeniz olmasın. Çünkü her ne yaparsanız yapın, maalesef modern olacaksınız.”

Medya, filmlerinde yapay bile olsa politik bir boyut bulundurmaları adına film yapımcılarına baskı uyguluyor. Bu baskıya direnmek oldukça mühim. Film çekmek bir vazife değil, zevk olmalı. Kamuoyunun bir kesimini memnun etmek için film çekilmez. Zevk duymak ve seyircinin de bu zevki paylaşacağını umarak film çekilir. Eğer film çekmek benim için bir yükümlülüğe dönüşseydi, bir başka alana yönelirdim.