Flaubert Türkiye'de: Mevlevihane'den çıkıp operaya giden Türkler
Modern romanın öncülerinden Gustave Flaubert, 1849-1851 yılları arasında, 28 yaşında çıktığı Doğu yolculuğunun etkilerini ömrü boyunca taşıyacaktı. Fransa’dan başlayıp Mısır, Suriye, Filistin, Yunanistan, İtalya ve tabii ki Anadolu, İzmir ve İstanbul’a kadar uzanan yolculuk, kimi zaman at sırtında kimi zaman ise yaya olarak dört buçuk ay sürer. Seyahat yazıları, yıllar sonra, Doğu’ya Yolculuk adıyla yayımlanacak olan Flaubert, bu metinleriyle adeta modern bir seyyah gibidir.
Flaubert, seyahat ettiği diğer coğrafyalar gibi, Türkiye’de de gündelik hayatı, sokakları ve anıt eserleri ele alır. Fakat Flaubert de diğer birçok Batılı yazar gibi, Türkiye’yi, “egzotik” bir yer olarak görür ve böyle bir tablo sunar okurlara. Yani büyük romancının da tıpkı diğer çağdaşları gibi, oryantalizmin genel kalıplarına uyduğu görülür. Buradan bakınca, Flaubert’in Doğu’sunun, genellemeci ve klişe bir zihnin ürünü olduğunu söyleyebiliriz.
Çünkü, en nihayet Flaubert, Paris’in soğuk ve sıkıcı burjuva yaşamından uzaklaşmak ve “Doğu’nun sıcaklığını” bulmak ümidiyle çıkmıştır yola. Yani daha yola çıkmadan, zihninde, bir Doğu ve Türkiye imgesi mevcuttur. Onun Doğu’su da çeşit çeşit acayiplikleri ile mistik ve egzotik bir yerdir. Bu yüzden yazılarında sık sık haremler, hamamlar, egzotik yiyecek ve içeceklerle karşılaşırız.
Ne var ki Doğu’yu kaçılacak ve egzotik bir yer olarak gören neredeyse tüm Batılı yazarlar gibi, Flaubert de buraları gezdikten sonra hayal kırıklığı yaşar. Zira “gerçek Doğu” ile birlikte yazarın zihninde inşa ettiği Doğu imgesi arasında çok derin uzlaşmazlıklar ortaya çıkar. Avrupalıların zihnindeki Doğu’ya ilişkin o abartılı “düşsel hoşluk” ve “büyülenme” Flaubert’de de düş kırıklıkları ile sonuçlanır.
Flaubert bütün bir gezi notlarını kuşkusuz Avrupalı okur için yazmıştır. Dolasıyla ele aldığı yerlerin onların kafasında oturması için sık sık Avrupa kültüründen örnekler verir. Mesela Topkapı Sarayı’nın IVX. Louis dönemini hatırlattığını; Türk sokak stilinin Ortaçağı anımsattığını söyler. Tanzimat’la gelen Batılı kıyafetleri ise Türklerin üzerinde gülünç bulan Flaubert, “Tanzimat döneminin yapay bir uygarlık kıyafeti olan gülünç kostümlerini giymek zorunda olan pitoresk Doğu, kendine özgü elbiseleri geriden bırakmıştır” der.
Flaubert’in, Doğu’ya Yolculuk’ta, İstanbul için yazdığı, “Mevlevihane’den çıkıp operaya gidilen tuhaf bir kent burası, iki dünya hâlâ neredeyse iç içe…” ifadesi de dönemin kültürel ve sosyal panoramasını göstermesi bakımından oldukça önemli. Zira Flaubert’in tecrübeleri, tarihe düştüğü notlar, hayal kırıklıkları ve şaşkınlıkları, dünya edebiyatının tartışmasız en büyük yazarlarından birine, bugünden ve bura’dan bakma şansını veriyor bizlere.