Feridun M. Emecen: Avrupa ve dünya tarihi, Osmanlı tarihi olmaksızın anlaşılamaz
Fetih ve Kıyamet 1453, Yavuz Sultan Selim ve Osmanlı Klasik Çağında Hanedan & Devlet ve Toplum gibi eserleriyle tanıdığımız Prof. Dr. Feridun M. Emecen ile Vakıfbank Kültür Yayınları etiketiyle yayımlanan son kitabı Derkenâr üzerine keyifli bir söyleşi yaptık…
Kitabı okuyunca, -naçizane- sizin bir kez daha “buralı” bir tarihçi olduğunuzu gördüm hocam. Yani kendi tarihimize bile buradan bakmayan birçok ismin yanında siz dünyaya buradan bakıyorsunuz. Bazen tarihçilere, dünyaya ve geçmişe “evrensel” gözle bakamadıkları eleştirisi yöneltilir. Siz tarihçilik söz konusu olduğunda yerlilik ve evrenselliği nasıl yorumluyorsunuz?
Buralı bir tarihçi miyim sorusuna ne diyebilirim. Belki şöyle anlaşılması daha doğru: Çalıştığım alana içten bakış dahilinde yeni arayışlarla yapma amacım daha bariz bir özellik olarak öne çıkarılabilir. Bunu yaparken global bakışları bir tarafa atamayız. Yerlilik meselesinde kendi içine kapanık bir anlayış daha ziyade öne çıkar yahut öyle görülür ama yerellik genele bir katkı yaparsa bu ikisini imtizaç mümkün olabilir. Zaten bunu da yapmak elzem. Çalışmalarımda genellikle “sınırlarını aşmış bir yerellik” anlayışını mümkün olduğunca izlemeye çaba göstermekteyim. Bizdeki problem o dönemde de birbiriyle pek kopuk olmayan bir genel tarihi zemini, sadece kendi içine hapsedip sanki ünik gibi telakki eden anlayıştan kaynaklanıyor. “Evrensellik” meselesi ise aslında başka çağrışımlar yapan bir mahiyet taşıyor. Tarihe bakışta birbirinden kopuk olmayan bağlantıları tespit etmenin elbette büyük ehemmiyeti var; en azından bugünü anlamlandırmak açısından tabii.
Hocam kitapta kültür dünyamızı da çeşitli açılardan değerlendiriyorsunuz. Fatih ve Kanuni döneminde ise kültür-sanat alanında birçok önemli isim karşımıza çıkıyor. Mimar Sinan, Taşlıcalı Yahya, Baki vs. Bu iki padişah aynı zamanda şair. Özellikle Muhibbi Divanı birinci sınıf bir toplam. Peki, bize bu iki büyük ismin kültür ve şiire nasıl baktıklarından bahsedebilir misiniz? Bu dönemlerdeki kültür-edebiyat alanındaki gelişmelerden, şiirin Osmanlı toplumundaki ve saraydaki yerinden…
Özel olarak şiire bakışa büyük anlamlar yüklemek belki doğru bir yaklaşım olmaz. haddizatında Osmanlı dünyasında şiir dili daha emperyal bir karaktere bürünmüş vaziyette. Bazı düşünürler bunu şiir toplumu ve nesir toplumu gibi iki anlamlı olarak yorumlayıp doğunun despotik devlet anlayışıyla şiir dünyasını bağdaştırırlar, bunun karşısına nesre dayalı külliyatı öne çıkaran Batılı toplumu koyup gelişme çizgisindeki gelişmeyi de buna bağlarlar. Halbuki şiir edebi anlamda daha önemli bir yere konulabilir. Batı’da da aslında durum bundan farklı değildir. Osmanlı padişahlarının hemen çoğu iyi ve kuvvetli bir şair olarak sivrilmiştir, şiir meclisleri edebi zevk ve yüksek bir entelektüel iş olarak anlaşılmıştır. haddizatında birbirinden pek farklı olmayan anlayışlarla bütünleştirici bir gözle şiir-nesir bütünlüğünü Osmanlılarda da keşfetmek heyecan verici olabilir.
Hocam kitapta doğal olarak farklı alanlardan birçok isim karşımıza çıkıyor. Bu isimlerden Evliya Çelebi benim ayrıca dikkatimi çekti. Çelebi’yi güvenilir bir coğrafyacı olarak gören de var, abartılarından dolayı uzak duran da… Peki, Evliya Çelebi’yi siz nasıl görürsünüz, tarihçiliğimiz açısından Çelebi’yi nasıl görmeliyiz, ondan ne öğrenebiliriz? Türk tarihi ve coğrafyacılığında Çelebi’nin yeri ve önemi nedir?
Evliya Çelebi aslında sadece dünyada eşi benzeri bulunmayan büyük bir seyahatname kitabı kaleme almıştır. Bu sadece bir seyahat notlarını ihtiva etmez gezdiği muazzam coğrafyada her türlü konunun yer aldığı büyük bir külliyat olarak dikkat çeker. Evliya Çelebi’nin bu 10 ciltlik seyahatnamesi başka ülkelerde olsa onun adına müstakil bir araştırma enstitüsü dahi kurulurdu. Eserinde yer alan bilgiler döneminin de ötesine taşan sadece Osmanlıların hâkim olduğu alanların dışını da kapsayacak evsaftadır. Ne yazık kabarttığı söylenen mevzular onun bu değerinin yeteri kadar anlaşılmamasına zemin hazırlamış görünmektedir. Halbuki bu büyük kültür hazinesinde onun abartılı dille naklettiği şeyler, okuyucusuna verdiği bilgileri zaman zaman tahkiye etmesinden, hoş hikâyelerle süslemesinden daha doğrusu edebî/romanvarî bir mahiyet vermesinden neş’et etmektedir.
Bu durum onun eserinin küçümsenmesi anlamına gelmemelidir. Yer yer siyasi hadiseleri o dönemin halk arasındaki ilgili rivayet ve hikayeleştirilmiş şekilleriyle anlatmasının da zihniyet tarihi açısından bulunmaz bir yeri vardır. Şehir tasvirlerinin ise sadece kuru bir coğrafi anlatımın ötesinde olduğu malumdur. Şehri içinde yaşayan insanlarla ve adetleriyle birlikte vererek kültürel bir “cisimlendirme” yaparak bu manada benzersiz bir bilgi yumağı oluşturmuştur.
Türkiye’de Osmanlı-Avrupa ilişkileri, Osmanlı bürokrasisi veya hanedanı konusunda öncü isimlerdensiniz. Peki,Türk tarihçiliğini metodoloji bağlamında düşündüğümüzde artı ve eksileri nelerdir? Bu konuda Türk tarihçiliğini dünyada nerede ve nasıl konumlandırırsınız?
Türk tarihçiliği bugün aldığı mesafe itibarıyla iyi bir konuma gelmiş durumda. Metodolojik bakışlar yanında tabii ki bunun dışında tasviri anlatımlarla yüklü, amacı ve ne için yazıldığı belli olmayan yazıları da akademi dünyasında görüyoruz. Her şeye rağmen genç meslektaşların konu çeşitliliği ve ilgi sahaları itibarıyla dünya ile bütünleştirilebilecek bir anlayış dahilinde tarihe eğilme süreci epeydir iyi bir istikamet arz etmekte. Osmanlı tarihinin incelenmesi zengin arşiv malzemesinin etkisi altında orijinal ve yeni katkı yapma imkânı verirken bunun düzgün ve amacı, hedefleri belli araştırmalarla taçlandırılması çok önemli. Zira Osmanlı tarihi sadece lokal bir mahiyet taşımıyor, çağının dünya devletlerini alakadar eden bir yeri haiz. Şunu açıklıkla söylemek lazım ki Avrupa tarihi hatta dünya tarihi, Osmanlı tarihi olmaksızın anlaşılmaz veya en hafif deyimle eksik kalır. Bunun problemlere vakıf, dünya tarihçiliğinin kat ettiği merhaleye hâkim araştırmacılarca yapılması, sanırım global manada büyük bir katkı sağlayacak ve yeni ufuklar açacaktır.
Tarih yazıcılığı, bulunduğu döneme göre farklılık gösterebiliyor. Kimi zaman hamasi kimi zaman son derece soğukkanlı bir tarih yazımıyla karşılaşabiliyoruz. Peki, siz tarihçiliğimizin bugününü ve geleceğini nasıl değerlendiriyorsunuz, gelişimi hakkında ne dersiniz?
Tarihçiliğimizin gelişim çizgisi konusunda az önce bazı hususlara değindim. Bu meyanda tarihi bir hamaset alanı olarak görme eğilimi her daim öne çıkmıştır. Savunmacı ve bunu da aşarak abartılı dille yapılanlar, ne yazık ki kendi kendimize bir hissiyat yüklemesi olur. Elbette halka yönelik bu kabil bakışlar tarihe olan ilgiyi artırabilir fakat en büyük tehlike doğruyu ve işin böyle olmadığını söyleyen sağlam araştırmalara karşı beliren ve “takım tutar” tarzdaki itirazlardır. Biz böyle biliyoruz tarzındaki söylemler bunun tipik misallerinden biridir. Akademik serinkanlılık, bu kabil yola girmiş olan bazı akademisyen kisvesine bürünmüş kimselerden beklenmez. Onların yolu başkadır. Akademik dürüstlükle bakışın gerekliliğini bir kere daha vurgulamak isterim. Tarihten korkmamıza gerek yok, ayrıca Osmanlı tarihinin de hamasete ihtiyacı bulunmamaktadır.
Hocam son zamanlarda tarihi roman, film ve diziler epey arttı. Belki bu tür çalışmalar hep revaçtaydı ama özellikle son 10-15 yılda iyice ana akım halini aldılar. Geçmişe bir özlem ya da popüler olana dair bir heves olabilir. Peki, sizce nedir tarihi eserleri hemen her zaman bunca okunur ve izlenir kılan?
Tarih aslında geçmişe duyulan büyük bir merakın yansımasıdır. Maziden güç alma ve bunu geleceğe taşıma keyfiyeti ideolojik manada bir yere oturur. Tarihe olan ilgiyi beslemek de işe yarayabilir. Bunun için tarihî romanlar yanında dizilerin önemli bir görevi yerine getirdikleri-tabii ki bu manada- açıktır. Daha geniş kitleleri tarihle buluşturmanın belirli bir bilinç uyandırma açısından mühim fonksiyonu olduğunu kimse inkâr edemez. Türkiye’de de tarihi dizilerin giderek ivme kazanmasında şaşılacak bir şey yoktur. Kendi içimizden türettiğimiz tarih algısının aşırıya kaçma tehlikesi bu manada söz konusu olabilir fakat bunlar alakayı sağlam ve akademik açıdan güçlü eserlere, kitaplara çevirmenin de bir yolu olarak görülebilir. Batı dünyasında da tarihin özellikle askeri kısmı büyük ilgi çeker, buna tarihi şahsiyetleri de ekleyebiliriz. Türkiye’de de bu kadar zengin bir tarihi birikimi olan mirası tanıtmanın belki de en etkili yolu dizi ve filmlerdir. Bunu sadece maziye yönelik bir hasret gibi telakki etmenin doğru olduğunu düşünmüyorum. Başka saikler de buna eklenebilir. Fakat demin bahsettiğim gibi var olan ilgiyi doğru bir yola sevk edebilme imkanını verdiklerini hesaba katmak gerekir. Tarih bu manada her zaman cazibesini koruyacaktır.
Çalıştığınız alanları düşününce, coğrafyanızın Balkanlardan Anadolu’ya ve İstanbul’a kadar çok geniş bir alana yayıldığını görüyoruz. Siz de çalışmalarınız nedeniyle mutlaka gittiniz birçok şehir ve ülkeye. Peki, sizin aklınız ve gönlünüz hangi şehirde kaldı?
Çeşitli vesilelerle Osmanlı coğrafyasının önemli bir bölümünü gezme imkanını buldum. Benim için Balkanların ayrı bir yeri olduğunu öncelikle belirtmek istiyorum. Balkan ülkelerini dolaştığınızda Osmanlı mirasının şu anda hayli azalmış olmakla birlikte çeşitli şekillerde karşınıza çıkması size ayrı bir heyecan veriyor. Orta Avrupa’da 150 kadar Osmanlı idaresi altında kalmış Macaristan’ın durumu mesela, oradaki şehirleri gezdiğinizde hâlâ bu etkileri hissediyorsunuz. Viyana’da bile sokakları dolaştığınızda tarihi binaların üzerindeki süslemelerde, bazı heykellerde Osmanlı tiplemelerini açık şekilde görmek mümkün. Onlar bunu yenilen düşman şeklinde tasvir ediyorlar ama bunun aslında ne kadar büyük bir etkisi olduğunu da farkında olmaksızın zımnen göstermiş oluyorlar. Keza uzak coğrafyalarda bile Osmanlı Türklerinin izlerine rastlamak mümkün. Tasavvur ediniz ki Orta Avrupa’da Polonya, Macaristan Slovenya Hırvatistan’dan başlayan batı sınırı, bugünkü Ukrayna, Kırım, oradan Hazar Denizi’ne ulaşan kuzey sınırları, doğuda bir ara bugünkü Azerbaycan bölgesinde olan geçici hakimiyet alanı oradan Irak’a, Basra Körfezi’ne uzanan hakimiyet, Yemen, Kızıldeniz’den Mısır’a, oradan Sudan’a Kızıldeniz’in Afrika sahillerine, keza Kuzey Afrika’nın Fas’a kadar uzanan sahil şeridi yanında iç kesimlerine kadar üç kıtaya yayılan büyük bir imparatorluktan bahsediyoruz. Üstelik deniz hakimiyeti alanı da söz konusu. Karadeniz bir Osmanlı iç denizi olmuş, Akdeniz orta kısımlarına kadar neredeyse tamamen Osmanlı kontrolü altında. Şimdi böyle bir coğrafyada hangi şehri nereyi öne çıkarırsınız? Bunları hamaset yapmak için söylemiyorum. Bir 15-17. yüzyıllar arasındaki tarihi haritalara bakmak sanırım kâfi bilgi verir.
Kimi felsefeciler seyahati doğrudan sanat olarak tarif ediyor. Mesela Eugenio Borgna “Her kapalı kurumda can sıkıntısı tehlikesi gizlidir” derken; Nietzsche “Sadece elimle yazmıyorum; ayağım da katılmak istiyor bu etkinliğe” diyor. Peki, sizin nezdinizde seyahat nedir? Seyahat ve tarih nerede buluşur?
Şimdi az önce söz ettim, bu büyük coğrafya alanını elden geldiğince, imkanlar nispetinde gezip görmek lazım. Seyahati bu manada tarihle buluşturursunuz. Seyahate çıkarken bilgilendirici okumalar yapmak ve bilinçli bir güzergâh seçiminde bulunmak gerekir. Okuduklarınızı gözünüzle görmenin sihri şüphesiz bambaşka. İmkânı olanlar için geride bıraktığımız coğrafyayı görmenin tarihi şuur ve bilinç açısından büyük önemi olacağını düşünmekteyim.
Hocam, “yol” kelimesi epey zengin bir kavram, sembol ve imge. Peki, sizde "yol"un karşılığı nedir? Ayrıca hem bizde hem de dünya kültür tarihinde yol’da olmak neden bu kadar çok karşımıza çıkıyor? Neden bu kadar ilgimizi çekiyor yol üzerine düşünmek?
Yoldan tam ne kastettiğinizi anlamadım ama yola bir sembolik anlam yüklerseniz, sufizme doğru kayma gösterebilirsiniz. Latife bir yana insan ömrü gibi yola çıkıp sonuna varmak, canlılar için başlayan ve biten bir süreci anlamlandırıyor. Mühim olan bu yolculuğunuzda insanlara dokunur bir çaba sarf etmenizdir.
Son olarak hangi şehre geç kaldınız hocam?
Şehre geç kalmak deyimini sizden duyuyorum. Hangi anlamda sorduğunuz sanırım cevaplayanların kendi anlayışlarına bağlı bir hususiyet arz ediyor. Geçmişe duyulan hasret ise doğup büyüdüğüm şu anda o hâlinden yeller esen küçük şirin sahil kasabının rüyalarımı süsleyen görünüşünü düşünürüm. Görmekte geç kaldığım şehir olarak ise herhalde Antakya’yı söylerim. Kitabımda da belirttiğim üzere deprem öncesi bu güzel şehri görmemiştim. Deprem sonrası buraya iki defa gitme imkanını buldum. Keşke daha önce görseydim diye iç geçirdim. Bunu Derkenâr adlı kitaba eklediğim deprem intibaları adlı yazımla bir ölçüde telafi etmeye çalıştım. Tabii ki bunun tam tersi de söz konusu. Suriye’de Halep ve Şam’ı iç savaş öncesi gördüm, Yemen’de keza San’a’yı da. Şimdi bunlar büyük ölçüde tahribata uğramış haldeler.Mekke’yi de buna ekleyebilirim. Kâbe ve çevresinin Osmanlı nostaljisini yaşatan eski hâli hâlâ gözümün önünde. Yıkılan Ecyat Kalesi keza. Burada ise ihtiyaçlar çerçevesinde tarihi çevre bütünlüğü devasa inşaatlarla ve genişletme çalışmalarıyla bambaşka bir mahiyet kazanmış durumda. Bütün bu sonuncular için iyi ki vaktiyle görmüşüm diyorum. Yani bunlar için “geç kalmamışım”.