Emel Mathlouthi: Müzik kalbin dilini söyler

GİZEM ERTÜRK
Abone Ol

Tunuslu büyük ses ve söz yazarı EmelMathlouthi (Meslusi) ile yeni albümünü,hayatında müziğin yerini, taraf olmayı,müziğe başladığı günden bu yana neyindeğiştiğini konuştuk.

Öncelikle Türkiye’de yeni çalışmalarınızı sabırsızlıkla bekleyen büyük bir hayran kitleniz olduunu söylemek istiyorum. Bu kitleden haberdar mısınız? Sosyal medya vasıtasıyla sizinle iletişim kuruyorlar mı?

Kesinlikle! Türk dinleyicilerimi çok seviyorum, Türkçe öğrenmede maalesef pek ilerleme kat edemediğim için internetten yolladıkları güzel mesajları her zaman anlayamıyorum, ama aldığım mesajlar beni çok duygulandırıyor.

En ünlü şarkıları arasında Ya Tounes Ya Meskina, Kelmti Horra ve yer alır.

The Tunis Diaries albümünüz 23 Ekim’de dinleyiciyle buluştu. Öncesinde Holm ve The Man Who Sold The World adlı parçalarınızı bizlerle paylaşmıştınız. Aldığınız geri dönüşler nasıldı?

Geri dönüşler oldukça memnun ediciydi, doğrusu bu kadarını beklemiyordum. Ama çok mutluyum, çünkü şarkı ve yorumlamalarım gerçekten yürekten gelen ve içtenlikle yapılan işlerdi.

Albümünüz Tunus’ta, karantina döneminde; yalnızca bir bilgisayar, kayıt cihazı ve klasik gitarla kaydedilmişti. Süreçten biraz söz edebilir misiniz?

O süreçte eşimden, grubumdan, iş birlikçilerimden ve tüm ekipmanımdan ayrıydım. Fakat memleketimin tomurcuklanan kır çiçekleri, öten kuşları ve masmavi gökyüzü benimleydi, tamamen nostaljiye ve hatıralara gömülmüştüm. Aynı zamanda dünyada en sevdiğim insanlardan ikisiyle birlikte eve kapanmıştım; babam ve kızımla. Okuldan, işten ve dış dünyanın telaşlarından uzak, üç farklı nesil aynı çatı altındaydık.

Nostalji ve yuva hissi, sanatçılığımın ilk yıllarında peşimi bırakmayan o eski ruhun yeniden içine girmeyi ve onu yeniden oluşturmayı istememe neden oldu. Elimde sadece bir dizüstü bilgisayar ve zoom kayıt cihazı vardı, ama Facebook üzerinden bana bir klasik gitar (on sekiz yaşından beri çalmadığım türde) ve zoom kayıt cihazını belli başlı kayıtlar yapabilen bir ara yüze dönüştüren mini bir USB kablosu ödünç veren bir hayran bulabilmiştim.

Süreç benim için kendimi dinlememe olanak sağlayan, oldukça iyileştirici bir deneyimdi. Aynı zamanda yıllardır şarkılarımı dinleyen ve eve kapandığımız dönemde mutluluk kaynağım olan dinleyicilerime teşekkürlerimi iletmem için de bir yoldu.

Bu şarkılar Tunus Devrimi'nin ve 2011 yılındaki Mısır Devrimi'nin marşları haline gelmiştir.

Çatı katını; orada birikmiş senelerin tozunu temizledim, masanın üzerinde bir dağ oluşturan eski okul kitaplarını indirdim. İki kenar pencerenin ortasına yerleştim, bir köşe yaptım kendime. Tunus’un dış kısımlarında, bir tepebaşında yaşıyoruz biz; evimiz tüm şehri görüyor, aşağısında da deniz uzanıyor. Etraf yeşil çam ağaçlarıyla doluydu, pembe begonviller açmıştı. Şehrin mimarisi Akdeniz’e, denizlerin en mavisine beyaz bir nehir gibi çağlıyordu.

Hatırladığım kadarıyla manzaram böyleydi; zenginlik açısından yalnızca etraftaki seslerle yarışabilecek bir manzara…

Gündüzleri kuşların, çobanın ve arka tepedeki koyunların şarkıları ile her gün tam saatinde okunan ezanın sesleri duyuluyordu. Bazen komşularımın iftar davetleri veya çatılarında çamaşır asarken destek mahiyetinde bana seslenişleri dikkatimi dağıtırdı. Geceleri, ağustos böcekleri ve kurbağalar, şehirden gelen milyonlarca ışık noktasıyla neredeyse aynı sayıda ışık oluşturuyorlardı. Sesleri, âdeta bir yarışma yapıyorlarmış gibi komşu tepelerden yankılanıyordu.

Her gün iki şarkı kaydediyordum, bu hedefi koymam önemliydi. Böylece gece gündüz spontane ve hazırlıksız bir biçimde kayıt yapıyor, bir tür meditasyon için kendime izin veriyordum.

Hâlâ New York’ta mı yaşıyorsunuz? Bu soruları hangi şehirden yanıtlıyorsunuz? Bir süreliğine Fransa’da da yaşamıştınız. Farklı ülkelerde yaşama deneyimi sizde nasıl bir karşılık buldu?

Şu anda Paris’teyim. Doğrusu biraz göçebe bir ruhum var, aynı anda ziyadesiyle Fransız ve New Yorklu gibi hissedebiliyorum. İki şehrin de bendeki tesiri büyük. Tam zamanlı bir müzisyen olma yolunda attığım adımlarıma kucak açan Paris, benim için özgürlük demekti. New York ise bir yandan içimde olgunlaşan sanatçıyı kucaklarken diğer yandan müzik arayışımda ve müziğimin sanatsal değerini artırdığım zamanlarda bana tam bir öz güven sağladı.

Sanatçı, 12 Ocak 1982'de Tunus'ta dünyaya gelmiştir.

The Tunis Diaries albümünüzdeki konsept fikri nasıl oluştu?

Pandeminin başlarıydı, evden yapılan canlı performans çılgınlığı henüz ilk aşamasındaydı. Dünyanın benim bulunduğum kısmında o zamanın en büyük modası, her gece belirli bir saatte milyonları Instagram’a kilitleyen bir dansözdü. Bu beni hem kendi canlı yayınlarımı yapma konusunda meraklandırıyor hem de böyle bir yarışa kimse girmeye cesaret edemeyeceği için endişelendiriyordu.

Kızımı uyuttuktan sonra -eğer uyursa canlı yayın yapıyordum; bu bazen çok ufak hazırlıklarla ve son dakika şarkı listesi değişimleriyle bile olabiliyordu. Şaşırtıcı bir şey oldu, katılım oranı çok yüksekti ve aldığım dönüşler de harikaydı.

Bu canlı yayınlar aynı zorlukları, aynı ülkede fakat birbirimizden ayrı yaşadığımız için özellikle Tunuslular için çok anlam ifade ediyordu. Müzik stüdyosunun ve ekipmanın konforundan uzakta olmak kendi kabiliyetimle, kendimle yüzleşmeme neden oldu. Yine de her şeye rağmen kaliteli ve duygusal açıdan güçlü bir müzik üretmek için çabaladım.

Kariyerime altyapısız, bütçesiz, ekipsiz bir genç kız olarak başladım. Beni kabul eden her sahneye yalnızca sesim ve gitarımla çıkardım. Bunu yapamadığımda ise elektronik ortamda aynısını asla oluşturamadığım, doğal ve tatlı bir yankıya sahip olan merdiven boşluğumda prova yapardım.

Çocukluğumun rahminden yaptığım bu canlı yayınlarda, kendimi pek çok anlamda uzun zamandır hiç hissetmediğim kadar "evde" hissetmeye başladım. Üç kıtada yaşadıktan, pek çok ülkeye tur düzenledikten ve gittikçe artan zorluklarla üç stüdyo albümü yaptıktan sonra özüme geri dönmüştüm, yeniden, yalnızca kendimdim: başka hiç kimse değil.

Canlı yayınlarıma gelen geri dönüşlerden cesaret alarak, babam ve kızım için yemek yaptıktan ve sabahları kızımın evde eğitimine yardımcı olduktan sonra alıştırma ve kayıt yapmak için kendime iki-üç saat ayırdım.

Albümünüzün B-side kısmı sevdiğiniz sanatçı ve grupların yeniden yorumladığınız parçalarından oluşuyor. Bu şarkıları seçerken herhangi bir kriteriniz var mıydı?

Emel, şarkılarını genellikle Arapça söylemesine rağmen tarzının Arap müzik dünyasında sık rastlanan bir tarz olduğu söylenemez.

Sevdiğim ve yıllardır bana ilham olan şarkılardı, beni bir müzisyen olma yolunda şekillendiren, yıllar geçse bile içime dokunmaya devam eden, içime değen şarkılar… Bu şarkıları albüme dahil etmek, yayınlayıp ölümsüzleştirerek dünyayla paylaşmak benim için çok önemliydi. Her zaman eklektik, yani her müzik türünü benimseyen bir dinleyici ve sanatçı olmuşumdur. Bu yanım yeniden yorumladığım şarkılardaki seçimime de yansıdı, aynı zamanda dünyaya müziğin türlerle kesinlikle sınırlandırılamayacağını göstermem için de bir yoldu. Müzik, yalnızca kalbin dilini söyler.

Tunus’ta doğmanıza ve şarkılarınızı Arapça söylemenize rağmen yaptığınız müziğin türü elektronik ve rock müzik türlerine daha yakın. Müziğinizdeki bu çeşitliliği neye borçlusunuz?

Müzik hepimize aittir, kalpleri birleştirir; bu anlamda evrensel bir yanı vardır. Bence meraklı ve dışarıya açık olmak bir sanatçının ya da herhangi bir insanın en temel özelliği olmalı. Ben bir yandan Vivaldi ve Beethoven dinlerken diğer yandan da Chikh Imam, Los Incas ve Sydney Bechet dinleyerek büyüdüm; eklektik bir zevke sahip olmak için doğru bir yolda ilerledim. Daha sonraları Celine Dion söylemeye başladım, gotik müzik grupları buldum ve oradan da Joan Baez, Mercedes Sosa, The Cranberries ve Dead Can Dance gibi sanatçı ve gruplara atladım. Müzik, benim için tamamen dürtü ve hislerle alâkalı bir şey, türü beni pek ilgilendirmiyor. Tür denen şeyi benim sesim ve duygularım oluşturuyor.

Protest müziğin Marcel Khalife ve Joan Baez gibi önemli isimlerinin sizin için bir ilham kaynağı olduğunu söylemiştiniz, bu isimler sizi ne şekilde etkiledi?

Marcel Khalife ve Joan Baez, şarkı yazarlıkları ve yaptıkları müziklerde yer alan mesajlarla bana ilham oluyorlardı. O zamanlar yalnızca İngilizce şarkı söylüyordum. Müzik tarzı bazı yönlerden batı müziğine daha yakın olan farklı Arap sanatçılara rastlamak benim için adeta bir aydınlanmaydı. Marcel Khalife de benim gibi Batı klasik müziğinden esinlenmişti ve Cheikh Imam da bir zamanlar metalciydi.

Onlardan çok etkilenmiştim, sanki gözüm açılmıştı; kendi müzik yolumu bulmuştum. Joan Baez’in de bendeki etkisi ayrıca büyüktü, onu dinlemek; eğer sesin, gitarın ve hakikat için çarpan bir yüreğin varsa, insanlara dokunabilmenin ve dünyada bir yankı oluşturabilmenin pekâlâ mümkün olduğunu fark etmemi sağladı.

Diktatör Bin Ali rejimi döneminden diğer sanatçılar gibi siz de olumsuz etkilendiniz. O dönem boyunca yaşadığınız zorlukların size herhangi bir katkısı oldu mu?

Daha güçlü birine dönüştüm, zorluklara göğüs gerebilme konusunda hiç olmadığı kadar motivasyon kazandım.

İlk albümü

Müzik sektöründeki zorluklar yüzünden bazen vazgeçecek noktaya geldiğinizi söylemiştiniz. Bugünlerde çeşitli zorluklar yaşayan genç müzisyenlere ne tavsiye vermek istersiniz?

"Kendinize inanın, güçlü olun ve kimsenin sizi değiştirmesine izin vermeyin." derim ben her zaman. Fakat bunların dışında, güçlü bir iradeye sahip olmanız ve yorgunluk nedir bilmeden çalışmanız gerekiyor. Bazı zamanlar müzik dünyasının acımasız ve nankör olduğunu düşünebilirsiniz, ama yolda bu çabanıza değecek çeşitli güzelliklerle de karşılaşacaksınız.

Müziğe başladığınız günden bugüne neler değişti?

İnsanların müziği tüketme şekilleri oldukça değişti. Artık her şeyin sığ, şeffaf ve kolay olması gerekiyor, yani benim olmadığım her şey gibi…

Bence müziğin derin, anlamlı ve bir o kadar da karanlık bir yanının olması gerekiyor.

İnsanı bir şekilde uyarmayan, tetiklemeyen bir müzik tasavvur edemiyorum, bu yüzden zamansız şarkılar üretmeye çalışıyorum. Kapitalizmin gerçekten de dünyanın ve tüm gezegenin sonunu getirdiğini düşünüyorum, müziğin bunu değiştirmesi ve aptal kapitalist işlerle aynı kurallara tâbi olmaması gerekiyor. Müzik, duygulardan ve bağ kurmaktan ibarettir. Markaların ve müzik endüstrisinin insanların savunmasızlığını kullanarak onları pis bir para oyununa çektiklerini görmek üzücü…

Bu sürecin hayatınızda yarattığı en büyük değişiklik ne oldu?

Her şey. İlk defa hepimiz ortak bir sorunla yüzleştik ve bu bizi bazı yönlerden daha alçakgönüllü ve empati kabiliyeti daha yüksek insanlara dönüştürdü. Umarım arkadaşlarımla, bilhassa hayranlarımla daha çok yakınlaşır ve sahip olduğum imkânların kıymetini bilebilirim. Bu konuda günbegün ilerlemeye çalışıyorum.

Geçmişte Mercan Dede ile şimdilerde oldukça popüler olan bir performans gerçekleştirmiştiniz. Böyle bir iş birliğini tekrar görebilecek miyiz?

Türkiye’de son zamanlarda dikkatinizi çeken isimler var mı? Türk sanatçı ve müzisyenlerle yeniden iş birliği yapmayı çok isterim, Erkan Oğur ve Şevval Sam ile özellikle! Rap müziği yapan Gazapizm ile bir iş birliği hususunda temas hâlindeydim, güzel bir şeyler olacağını umuyorum.

Adalet kavramının sizin için taşıdığı önemi biliyoruz. Dünyadaki adaletsizliğe baktığınızda sizi en çok yaralayan şey ne oluyor?

Canımı en çok sıkan şey bencillik ve bireysellik. Kadınların birbirleriyle dayanışma içinde olmadıklarını görmek beni çok üzüyor. Kadınların ataerkilden miras kalan eski reflekslerden kurtulup birbirlerine destek olmaları hayatî bir öneme sahip. İnsanlar adaletsizlik ve diktatörlüğe karşı birlik olmalı, birbirlerine kol kanat germeliler.

Albüm, elektrodan geleneksel Arap tınılarına kadar geniş bir yelpazeye sahip.

Albümünüzde şarkılarını seslendirdiğiniz müzisyenleri tek kelimeyle özetlemeniz gerekseydi, ne derdiniz?

  • Nirvana: devrim
  • David Bowie: deha
  • Black Sabbath: derinlik
  • Placebo: ahenk
  • Leonard Cohen: sonsuzluk
  • Rammstein: âhenk
  • System of a Down: zamansız
  • Jeff Buckley: zarafet
  • The Cranberries: güç