Efsane ve gerçek: Alamut Kalesi

GÜVEN ADIGÜZEL
Abone Ol

Bugün İran’ın Kazvin şehri sınırları içinde yer alan meşhur Alamut Kalesi, karlı Elbruz Dağları'nın eteklerindeki 2200 metrelik rakımda, yalçın bir kayalığın tepesinde tarihi selamlamaktadır. Deylem Kralı tarafından yaptırılan kale, 860 yılında Taberistan Alevîleri’nin reisi tarafından yeniden inşa edilmiş, tarihler 1090 yılını gösterdiğinde ise asıl şöhretini kazanacağı Hasan Sabbah ve fedailerinin eline geçmiştir. Dağların arasında, kayaların üzerinde, bulutlarla komşuluk yapan efsanevi Alamut Kalesi, 860’da başlayıp 1256’da Moğol Hükümdarı Hülâgû’ye boyun eğen son Alamut şeyhi Rükneddin Hür Şah’la birlikte hitama eren 400 yıllık görkemli bir hikâyeye sahiptir.

  • "Kaz, Afrasyap’ın (Alp Er Tunga) kızının adıdır.
  • Kazvin şehrini Afrasyap kurmuştur. Aslı "Kaz oynı"dır.
  • Çünkü Afrasyab'ın kızı orada oturur, orada oynarmış.
  • Türklerden bir takımları,
  • Türk ülkesi sınırını Kazvin'den sayarlar."
  • (Dîvânü Lugati’t Türk)

İşte bu hikâyeye yerinde tanıklık etmek için İran’ın başkenti Tahran’daki Azadi Terminal’den bindiğimiz otobüsle iki saatlik bir yolculuk sonrası eski Safevi başkenti, 7 bin yıllık kadim şehir Kazvin’e varıyoruz. Önce taksiyle Minudar Meydanı’na, ardından Alamut Ekspres olarak hizmet veren, paykan model, içinde baygın benzin kokusunun eksik olmadığı, kapısı tam kapanmayan, toz içindeki antik taksilerden birine atlayarak Alamut'a doğru yola revan oluyoruz. Virajlı, zorlu, engebeli seyahatimiz boyunca, asfalt kenarında kartopu oynamak, ufuk çizgisinin kaybolduğu o müthiş manzaraya karşı çay içmek ve farklı açılardan Elbruz fotoğrafları çekmek gibi temel ihtiyaçlarımız için talep ettiğimiz molaları ilginç Farsi Türkçesiyle anlaştığımızı varsaydığımız çok sigara içen şoförümüz Şahbaz anlayışla karşılıyor.

Selçuklu ve Moğol ordularının geçtiği güzergâhtan ilerleyerek, Şahbaz’ın muhteşem müzik seçimleriyle karlı dağların arasından yılan gibi kıvrılarak ulaştığımız Alamut, kaleye giden patikanın başındaki terk edilmiş bilet gişesi ve etrafta pek kimselerin olmamasıyla bizi biraz şaşırtıyor. Kışın ortasında Alamut’a çıkmak pek parlak bir fikir gibi durmasa da, kalenin üzerindeki beyaz örtüsüyle daha cazibeli göründüğü konusunda iki yönetmen yoldaşım Abdülhamit Güler ve Seyid Çolak ile fena halde hem fikir olmamız içimi rahatlatıyor. Kapalı bilet gişesinin yanından yürüyerek, önce küçük bir patikayı aşıp, ardından karla kaplı merdivenlerden geçerek açılan ciğerlerimizin zorlamasıyla kısa bir nefes arası veriyoruz. Alamut, yaklaştıkça uzaklaşıyor sanki. Dağın duvarına birleşik hâldeki ana kale kapısına kadar uzanan dar merdivenleri de aştıktan sonra nihayet Alamut’un girişine ulaşıyoruz, mutlu ve heyecanlıyız.

Alamut Kalesi, 860’da başlayıp 1256’da Moğol Hükümdarı Hülâgû’ye boyun eğen son Alamut şeyhi Rükneddin Hür Şah’la birlikte hitama eren 400 yıllık görkemli bir hikâyeye sahiptir.

Kartal Yuvası

Kale, sekiz asır önce Hülagü Han tarafından altına kazılan tünellere neft basılarak yakılıp-yıkıldığı için, bugün yapılan ziyaretlerde sadece bazı kalıntılarını görebilmek mümkün. İlk olarak Alamut Kütüphanesi’nin yerini merak ediyorum, kestirebilmek çok güç. Eğer Alamut efsanelerine meraklıysanız, hayal gücünüzün ve okumalarınızın da yardımıyla kalenin bu hâli bile fazlasıyla görülmeye değer. Alamut, şöhretini elbette Hasan Sabbah’a borçlu. Nizari İsmaili Devleti’nin başşehri-merkez karargâhı Alamut, kaleye sızan dailerin içerdeki ahaliye Bâtınilik inancını benimsetmeleri ve Sabbah’ın kale yöneticisine üç bin altın ödemesiyle 1090 yılında kan dökülmeden Hasan Sabbah’ın eline geçmiş, Sabbah ölümüne değin 34 yıl boyunca bu kaleden hiç çıkmadan Nizarileri yönetmiştir. Alamut’un 400 yıllık tarihinin Sabbah’lı 34 yılı, kale içindeki cennet bahçelerinde afyon-haşhaş içerek uyuşan gizemli ölüm fedaileri efsaneleriyle ölümsüzleşmiş ve bugün Alamut’u, en çok bu 34 yılı üzerinden konuşulan tarihi bir mekân hâline getirmiştir. Âluh ve âmût kelimelerinden oluşan Alamut, eski Fars dilinin Taberistan lehçesinde kartal yuvası/kartal öğretisi anlamında. Ki zaten kaleye tırmanan birisinin Alamut’un neden fethedilemediğini anlaması çok zor olmuyor.

Batı’da ve Doğu’da hakkında yüzlerce kitap, araştırma, tez yayımlanmış, sinema filmlerine, dizilere, tablolara, video oyunlarına konu edilmiş ve yüzyıllardır bitmeyen bir ilgiye mazhar olmuş Alamut, sekiz asırdır tarihi gerçekler ile fantastik masallar arasında salınan efsanesini koruyor. Hasan Sabbah’ın, halka açık alanlarda dönemin üst düzey devlet yöneticilerine suikast düzenleyerek korku salan bir adanmış fedailer birliğine sahip olduğu tarihsel kaynaklarda neredeyse ihtilafsız olarak yer alıyor. Şiilik dairesi içinde yer alan İsmaililerin bir kolu olan İran Nizarilerini yöneten Sabbah, suikastlarını -başta siyasi rakibi Selçuklular olmak üzere- muarızlarına karşı bir korkutma-sindirme yöntemi olarak benimsemişti. Yine de Batılıların Dağın Şeyhi namıyla bildikleri Sabbah’ın etrafında oluşan rivayetlere temkinli yaklaşmakta fayda var. Marco Polo tarzındaki Alamut’a gitmeden yazdıklarıyla bu efsanelerin popülerleşmesini sağlayan isimlerin varlığı, haşhaş, cennet bahçeleri gibi Alamut’un gizemini besleyen ama tarihsel delile dayanmayan meseleleri daha da flulaştırıyor. Ortada duran asıl mesele; Nizariler ile Selçuklular arasında siyasi güç savaşı aslında ve Hz. Ali’nin hilafetine kadar uzanan o derin kırılmanın yansımaları. Alamut da bundan, bu tarihsellikten azade değil.

Sabbah ölümüne değin 34 yıl boyunca bu kaleden hiç çıkmadan Nizarileri yönetmiştir.

İleri okumalar için; Bernard Lewis’den Haşhaşiler / İslam’da Radikal Bir Tarikat ile Farhad Daftary’in Alamut Efsaneleri birlikte değerlendirilmeli. Vladimir Bartol’un Fedailerin Kalesi Alamut romanı edebi açıdan mutlaka dikkate alınmalı. Mike Newell'ın yönetmenliğindeki Pers Prensi: Zamanın Kumları filmi ise yine kalenin mekânsal bağlamda görsel yorumu için izlenebilir. Alamut’a dönersek Alamut Vadisi ile Talekan Nehri’nin birleştiği yerde kartallara yaraşır yalçın bir kale burası. Bütün mancınıkların, topçuların ve okçuların menzilinin dışında, üstelik merdiven uzatılmaz, koçbaşıyla yaklaşılmaz, ip atılmaz bir hâlde. Kuşatma ordularının kalenin arkasından yaklaşmalarının mümkün olmadığı, gelen asker sayısının bir öneminin kalmadığı, savunmaya fazlasıyla elverişli ulaşılmaz bir uç mekân. Kayıtlara geçmiş 7 büyük Alamut Kuşatması’ndan da sağ çıkmış zaten. Gizli geçitler, sarnıçlar, malzeme depoları, soğutma sistemleri ve erzak odaları gibi kuşatma kıran önlemlerle tarih boyunca sürekli imar edilerek çetin hedef olmayı sürdürmüş. Bugün kale kapısı, bazı iç odalar, seyir terası ve burç taşları gibi gözümüzde canlandırmaya yetecek kadar kalıntıya sahip Alamut, heyecan verici bir tarihsel ziyaret mekânı. Özellikle zihinsel hazırlık yaparak gelenler için sunacağı tecrübe paha biçilemez.

Kayıtlara geçmiş 7 büyük Alamut Kuşatması’ndan da sağ çıkmış.

Kazvin’e gelmişken Kazvin Kapısı, Sadülsaltana Kervansarayı, Kazvin Cuma Camii, Kantur Kilisesi, Çihelsütûn Sarayı ve Avan Gölü’nü görmeden dönmek olmaz.