Cehenneme yuvarlanan kardan adam: Thomas Bernhard
Thomas Bernhard 1931'de gayrimeşru bir çocuk olarak Hollanda'da dünyaya geldi. Hastalık, dede şefkati ve bakkal çıraklığıyla geçti çocukluğu. Sonra büyüdü ve yazar oldu. Ölene kadar yazdıklarıyla geçimini sağladı. Bernhard’ın dünyaca ünlü bir nefreti vardı. Ülkesi Avusturya’ya duyduğu öfke, ancak Almanların Hitler’e duyduğu öfkeyle kıyaslanabilir. Almanların öfkesi fareyse Bernhard’ın öfkesi dağ idi. Ölene dek öfkesinin koynunu hiç terk etmedi. En sonunda orada öldü. 58 yıllık bir nefretti o.
- “İnsanlara bakıyordum, çehreleri olması gereken yerde alçak suratlar vardı, gazeteleri açıyordum, onlarda yazılıbasılı olan duyarsızlık ve alçaklıktan kusasım geliyordu, gördüğüm, duyduğum her şey, ayırdına varmak zorunda olduğum her şey midemi bulandırıyordu."
“Erdemin ilk şartı nefret etmektir.” demiş Flaubert. Bernhard, yaşamına ve giderek üslubuna bulaşan o dışlayıcı tavrı bir savunma mekanizması olarak kullanıyordu yazdıklarında. Nefret ona güvenli bir barınak temin ediyordu. Yalnızdı ve yalındı. Bunu kimsenin bozmasını istemiyordu. Oysa sevgi, toplayan değil, dağıtan bir formasyondur. Bernhard bunu bilmiyor ya da bilmek istemiyordu. Dağınık bir odada yaşanmışlık vardır. Yaşama doğru atılan her adım da sevginin imal ettiği ayakkabıları giyer. Yaşam, sevgi, dağınıklık... Bern hard dağınıklıktan hoşlanmıyordu.
Bernhard’ın kendine özgü anlatım stili edebiyat tarihinde bir viraj oluşturmuştu. Bernhard sonrası onun üslubunu benimseyen yazarlar bu üslubu okullaştırdı ve “Bernhard gibi yazmak” bir edebi pozisyon hâline geldi. Bu üslup; tek paragraflı, bütüncül ve dallı budaklıydı. Her an konu değişebilir ve yine her an bir önceki konuya dönüş yapılabilirdi. Köşeli bir anlatıyı reddederek hikâye kurma pratiğiydi onunki. Bu pratik Bernhard’ın elinde yüksek bir yetenek hâline dönüşmüştü.
Bernhard yazarken hep kendisinden bahsetti. Otobiyografik anlatılarının dışında kurgusal metinlerinde de biyografisinin izdüşümlerine yer verdi. Bundan gocunmadı. Her yeniden anlatımın yeni bir tasarım olduğunu düşünüyordu. Yaşanılan eğer anlatılıyorsa artık yaşanılandan farklı bambaşka bir şeye dönüşüyordu. Belki de yazarak hayatının hüzünlü bir parodisini ortaya koymak istiyordu.
İnsanların akıllarıyla mı ilgilenmek yoksa heyecanlarıyla mı? Edebiyat ikincisini tercih ediyor. İnsanın en gerçek hâlinin heyecanlarının pozlanmasıyla elde edildiğini iddia etmeden hem de. Bernhard heyecanlarla ilgilenen ama onlarla sarhoş olmayan bir yazardı. Özellikle insanın beyaz heyecanlarını görmezden gelme konusunda ısrarcıydı. Çünkü iyinin hep deplasmanda olduğuna inanıyordu. Payına düşen hep ağır mağlubiyetlerdi beyazlığın. Şayet iyinin temsiline rastlanıyorsa bu bir illüzyon olabilirdi. Ya da bir esrime hâli. Gerçek büyüsüz ve karanlıktı. Masumiyetten daha etkili bir afrodizyak yoktu ona göre.
Bernhard yazı faaliyetini bir gözlemevi olarak kabul eden yazarlardan değildi. Kendinden hareketle çevresine ve algıladığı imgelere anlam veren, kendinden bir şeyler katarak dışındakilerle bütünleşebilen bir tavrı tahkiyenin esas kahramanı yapmıştı. Bu çıkışı onu “Ben bir başkasıdır.” diyen Rimbaud’yla ayrıştırıyordu. Bernhard şairin aksine “Ben, bir başkasında gedikler açıp o gediklerden içeriye sızandır” demeye çalışıyordu bütün metinlerinde.
Bir insanı sevmek çok kolaydır eğer onu henüz tanımıyorsak. Artık sıkça tekrarlanan bir söz bu. Tanımanın bir insanı sevmeye pekiştireç olmadığı çağdaş psikolojiden çok önce de biliniyordu. Yani ilk cümle epey eski bir gerçek. Yine de bu sevimsiz yargının eksik söylendiğini düşünürüm ben. Şöyle bir ilave yapılmalı: “Eğer kendimizle tanışmamışsak.” Bernhard, bu ilaveyi hep es geçer. Neden es geçtiğinin sebebi çok açık değil mi? Onun steril nefreti, sevgi talebine hiçbir zaman karşılık bulamamasının ürünüydü. Hiç âşık olmadı. Babasını tanımadı, onun takdirine, övgüsüne, öncülüğüne hiç maruz kalmadı. Çevresindekileri, nefretten mamul bir gözlük takmadan göremiyordu. Nefret korkunun kapı komşusudur. Bernhard kendiyle tanışmaktan duyduğu korkuyu yüksek sanata dönüştürebilmiş bir dehaydı.
Bernhard okumak, bir stand-up gösterisi izlemek gibidir. Gösteri boyunca güleriz. Keyifli dakikalardır içinden geçtiğimiz. Gösteri boyunca hepimizi güldüren şey, gösteriden önce sımsıkı sakladığımız gösteri bittikten sonra da sımsıkı saklayacağımız şeylerin birkaç saat boyunca önümüze fütursuzca dökülüp saçılmasından başka bir şey değildir oysa. Bernhard okumak saklı olanın ayyuka çıkmasıdır, tek başına izlenen bir stand-up… Hâlâ güldürmeye devam ediyor. Süresi, son sayfayı çevirene kadar olsa da…