Bu gece Şırnak'ta ağırlayacağım sizi

SKYROAD
Abone Ol

Öyle bir yanılmıştım ki herkese anlatmaya gidiyordum. “Bu topraklarda herkese yetecek kadar acı var” demeye. Bir şehre, Şırnak’a gidiyordum.

Nerelere gidip konaklamadım ki Şırnak’a varıncaya dek? İsimlerini öğrenciyken zorla aldırılan atlasta hatırladığım tek caddeli şehirlerden tutun, gittiğimde beni bir kalıntıya çeviren sahil kasabalarına kadar savrulup durdum mesafeler arasında. Akşam olunca şatafatlı bir unutkanlığa gömülen bu şehirlerin çoğu en az benim kadar tedirgindi. Her birine büyük bir heves ve umutla ayak basmış, her birinden “bütün mağluplar aynı dili konuşur” diyerek geri dönmüştüm.

Gitmek için havaalanı inşaatına çok erken yaşlarda başladım. Amasya’da büyük bir sükûnet bulacağımı zannederken, içime ansızın saplanmış bir yaranın esiri olmuş, bu sancıyı unutacağımı zannettiğim diğer şehirlerde Amasya’da saplandığım bataklıktan bir türlü kurtulamamıştım.

Ben bu kadar sevmeyi sahi kimden öğrenmiştim?

Sabah ezanlarının bu kadar yalnız olduğunu, ezanı gün ağarmasıyla birlikte karşılayan birkaç derbederin ise o sese bıkkınlık bulaştırmaya çalıştığını da ilk Amasya’da öğrendim. Gittiğim bütün şehirlerde, tanıştığım herkese sırlarımı hemen anlatırdım. Anlatırdım ki merakları zarar görmesin. Onların bu haşmetli merakları ve meraklarını giderdikten sonra bir an önce çekip gitme hevesleri karşılığında bana kalan umursamazlığın harika bir nefret biçimi olduğuna olan inancımın artmasıydı. Bunu ancak bu karmaşayı yaşayanlar anlayabilir. Gittiğim bütün şehirler bana geçmeyeceğini öğretti ama ne zaman geçmeyeceğini ben hiçbir zaman öğrenemedim. Anlatmamın sebebi sorduklarında inkâr edebilmekti. Sussam, edemeyecektim.

Şırnak - Mahmut Han köprüsü.

Sadece bir tayin

Şırnak'a tayinimin çıktığı haberini müthiş berbat bir havada aldım. Bu öylesine bir haber alma değildi. Hayatımın bütün serseriliğine son verecek, kravatlıların arasına karışacaktım. “Kravat ve serserilik bir arada olmaz” diye yazıyordu bütün kitaplar ve kravatlı yüzler de öyle söylüyordu. “Artık kendine bir çekidüzen ver!” Nasıl bir çekidüzen olacaktı bilmiyordum. İçi darmadağın olmuş birinden derlenip toparlanmasını isteyenlerin ancak bir banka dekontu kadar hükümlerinin olduğunu atandığım köyün muhtarı söyledi.

Sahi ben bu yola niye çıkmıştım?

İnsan, gitmeden önce ayrılıyor. Yola düştüm, yolun dışına. İnzivaya çekilmeye giderken durdum, vakit buldum ama anlayacak ince şeyler yoktu artık. Hayata iyi bir evlat olmama izin vermeyen ölüm, gittiğim şehirlerle anılır olmuştu. Çocukluğumdan beri hem benim, hem toplumun kolektif hafızasına yazılan terörün en yoğun kendini hissettirdiği bir yerdi Şırnak. Adının bile ürkütücü yanı oraya giden herkes gibi beni de büyük bir kader uzmanı yapmaya yetmişti. Aklımdan neler geçmiyordu ki? Her sokağın başında bir eşkıya karakolu, her evde terör örgütünden bir temsilci, her bakkalda terör sakızı, demiri döven dağdan emekli demirci, taylarının üzerine yazılmış yasadışı sloganlar, çiçeklerini sularken tasında kalan suyu başıma dökecek on yedilik kızlar... Daha neler neler...

Hani bir husumet vardı?

Elimde evrak, sırtımda çanta ile kendime bile söyleyemediğim sinsi bir korkuyla oraya ulaşınca en evvel bir kırtasiyeye girdim. Daha ağzımı açmadan sırtımdaki çantayı kucaklamaya koşan kırtasiye dükkânını işleten genç adam sanki bana kırk yıllık borçluymuş gibi mahcup bir şekilde yüzüme bakıyor, yandaki küçük çay ocağından bağırarak acele demli iki çay istiyordu. Neler olduğunu çözmeye çalışıyordum. Ben alacaklı değildim, bu genç adam borçlu değildi, üstelik bir alışveriş yapacağıma dair bir girişimim de olmamıştı.

Kırtasiyenin en güzel sandalyesini bırakın, beni kendi koltuğuna zorla oturturken utanmaya başlamıştım onca hislerimden ve korkularımdan. Orada oturduğum o yarım saatte en son hatırladığım zorla ısmarlanan yemekti.

İyi de hani bizim bu adamlarla aramızda bir husumet vardı? Biz onları sevmezdik, onlar da bizi sevmezdi. Neydi bunca hürmetin ve mahcubiyetin sebebi?

Sanki beni utancımdan yerin dibine sokmak istercesine kalkmaya yeltenirken ettiği ısrar ise artık bana “Ben nereye geldim?” sorusunu sorduruyordu. “Bu gece bizde ağırlayacağız sizi!” Hiç tanımıyordum, hiç tanınmıyordum, kimdim, nereden gelmiştim? Tüm samimiyetiyle beni evine davet eden adam kimdi peki? Neredeydi her köşe başına kurulmuş eşkıya karakolu, haniydi çiçeklerini sularken tasında kalan suyu pencereden başıma pervasızca döken kızlar?

Şırnak - Külliye Camii

Şırnak’ta bir buçuk yıl kaldım ben. Bu büyük şehirde kokuşmuş ne kadar ilişki varsa hepsini reddeden insanları orada gördüm. Hiç tanımadan evini açan, hiç tanımadan kolayca gönlünü açan, ne alırsan ucuz vermek için sizinle pazarlığa girişen, aldıkları bir selam yüzünden sizlere her şeylerini verecek kadar mahcup, gittiğiniz evlerde siz oturmadan dizlerini bile kırmayan, o fakir ocaklarını siz gittiniz diye şatoya çeviren, bir ekmek nasıl bölüşülür size onu gösteren, çocuklarına aldığınız bir kurşun kalem yüzünden defalarca minnetlerini sunan, yüzlerce kişinin hep birlikte halaylar çektiği düğünlere siz de gittiniz diye omuzları daha çok sallanan, burası bizim de vatanımız derken yaşanan tüm acılara lanet okuyan ve sadece arada hatırlanmak isteyen yöre insanı.

Artık hiçbirimiz, Türkler, Kürtler ve diğer herkes, herkesler. İnce ince, yavaş yavaş, fark etmeden, fark ederek, gözümüze baka baka doğranmak istemiyoruz.

Şırnak mı?

Şırnak ile Şırnaklılar arasında benim sorunum gittikçe büyüyor. Onları bu her şeyi bildiklerini sanan şehirlilerin arasında fena özlüyorum. Ben mi? Bu kahrolası hatırlamayı bir an önce unutmam gerekiyor. Çünkü Şırnak’ta da geçmedi.

Şırnak'ın tarihi yapılarından Kırmızı Menderes