'Bizim olan ne kadar uzakta': Kavala

BÜŞRA BAĞDAT
Abone Ol

Kavala, küçük bir liman kenti olsa da sınırları aşan şöhreti şehirle simgeleşmiş tarihsel bir kişiden geliyor. Kavala’da başlayıp Mısır Hidivliği’ne uzanan tarihi bir hikâye onunkisi. Okuma yazması dahi olmamasına rağmen Osmanlı ordusunda ve bürokrasisinde hızla yükselen, Mora isyanını bastıran, Memluk geleneğine son veren bir Osmanlı Paşası Kavalalı Mehmet Ali. Padişahtan Suriye’nin kendisine verilmesini isteyip olumlu cevap alamayınca isyan ettiğini ve Mısır’dan Konya Ovası’na kadar uzanan geniş bir coğrafyayı zapt ettiğini yazar tarih kitapları. İşte bu Paşa’nın kendisi kadar meşhur olmuş diyarında iki günlük keyifli bir mola veriyoruz.

Kavala Kalesi.

Türkiye’den Yunanistan’a kara yolu ile gidenler Kavala’yı sadece bir geçiş istikameti olarak görür ve bir an önce Selanik’e varmaya çalışır. Biz Kavala’yı keşfetmeye kararlıyız bu yüzden bir gece şehirde kalıp ancak içimize gerekli huzur depolanınca yola devam ediyoruz. Sınır kalabalık değilse İstanbul’dan Kavala’ya varmak yaklaşık altı saat sürüyor. Eğer şanslıysanız ve bu yolculuğu yaz aylarında yapıyorsanız İpsala sınır kapısına yaklaştığınızda âdeta görsel bir ziyafet sunan ayçiçeği tarlalarını görebilirsiniz. Dayanamayıp tarlalarda durduğumuzu ve fotoğraf çekip devam ettiğimizi itiraf etmeliyim. Kavala’ya vardığımızda dar yollardan kıvrıla kıvrıla limana iniyoruz. Eski evleri, su kemerleri ve âdeta kara ile deniz arasındaki sınırları kaldıran liman manzarası ile minik bir sahil kenti karşılıyor bizi.

Minareli(siz) şehir

Aziz Nikolai Kilisesi.

Kavala’da ilk olarak Mehmet Ali Paşa’yı anıyor, âdettendir diyerek de ilk onun evini ziyaret ediyoruz. Limandan yaklaşık on beş dakika yürüme mesafesindeki eski şehre (Panagia) varıyoruz. Evinin hemen yanında Mehmet Ali Paşa’nın devasa bir heykeli bir de imaret var. Şimdilerde Paşa’nın imareti otel olarak kullanılıyor ve ne yazık ki müşterisi olmadığımızdan içerisini göremiyoruz. Osmanlı döneminden kalma tüm izlerin âdeta kazınarak silinmiş olduğu bu şehirde Paşa’nın anısının bu denli yaşatılıyor olmasına duyduğumuz şaşkınlığı ise “işte siyaset” bıyık altı gülüşü ile geçiştiriyoruz. Yine eski şehirde görebildiğimiz bir diğer tarihi eser Halil Bey Camii ve medresesi. Şehrin en eski yapılarından olan caminin minaresi yıkılmış ve günümüzde filarmoni orkestrası tarafından kullanılıyor. İbadete kapalı olan caminin içine girdiğimizde zeminde bulunan bazilika kalıntıları dikkatimizi çekiyor. Zamanında bir bazilikanın kalıntıları üzerine inşa edildiğini anlıyoruz.

Kavala’ya ait eski bir kartpostalı anımsıyorum bu esnada. Tahminen 19. yüzyıldan kalma bu siyah beyaz fotoğrafta Kavala’da bir kareye yaklaşık üç minare sığarken bugün ayakta tek bir minare ya da Müslüman nüfusun kullanımına açık tek bir ibadethane bulunmuyor. Yine 1530 yılında Pargalı İbrahim Paşa adına yaptırılmış, daha sonra minaresi kısaltılıp çan kulesine dönüştürülen Aziz Nikolai Kilisesi bu tabloyu destekler nitelikte. Eski şehirdeki son durağımız ise Kavala Kalesi. Şehre kuşbakışı bir manzaradan bakmak için kaleye kadar tırmanmak gerekiyor. Bunun için geçmemiz gereken çok dar geçitler olmasına rağmen tepeye vardığımızda gördüğümüz manzara “tüm bu zahmete değdi” dedirtiyor.

Yeni şehir ve Kavala limanı

Kavala Limanı.

Eski Kavala’dan aşağı inip yemek yemek için İzmir’in Kordon’unu andıran Kavala Limanı’nda bir pizzacıyı tercih ediyoruz. Balık, karides ve kalamar daha isabetli bir tercih olabilirdi fakat Türkiye’ye kıyasla Kavala biraz pahalı. Az sonra servis için gelen genç garson bizimle Türkçe konuşuyor. Büyük dedeleri Kapadokya’dan yüzyıllar önce göçmüş. Bildiğiniz gibi Yunanistan’da azımsanamayacak bir Türk nüfus var. Gümülcine ve Dedeağaç’ta çok daha fazla Türk’ün yaşadığını öğreniyoruz ve “Dönüşte mutlaka oralara da uğrayın diyor.”. Yeni şehirde hediyelik Kavala kurabiyesi satan süslü dükkânlar var, birkaç kutu da kurabiye alıp keşfe çıkıyoruz. Ara sokaklarda nadide parçalar satan antikacı dükkanları ve modern sanat galerileri görüyoruz.

Mehmet Ali Paşa Heykeli.

Geceyi limana çok yakın ve sabah uyandığımızda denizi görebileceğimiz bir otelde geçiriyoruz. Bunun dışında şehirde konaklamak için pansiyon, ev ve butik oteller gibi pek çok alternatif var. Eski şehirde kalmak da çok keyifli bir tercih olabilirdi (bir dahaki sefere artık). Günün kalanını yeni şehirde gezip, küçük kafelerde kahve tadarak geçiriyoruz. Türk kahvesini daha ince çekilmiş ve telvesi kaymak gibi bir kahve ile yapıyorlar, ayrıca espressoları da şahane. Kahvenin yanında kurabiye iyi gider diyerek yine tatlıcı aradığımız bir esnada büyük ve havalı dükkânlardan ziyade daha küçük ve yerli bir fırın buluyoruz. Kurabiye, çeşit çeşit ekmek ve mis kokulu kekler mevcut. Kese kâğıdına doldurduğumuz tatlılar ile bir kafeye oturup etrafı izliyoruz. Yan masamızda kalabalık bir grup amca tavla turnuvası yapıyor. Daha sonra başka bir mekânda satranç oynayan bir grupla daha karşılaşıyoruz. Bizim kahvehane kültürümüzün Kavala versiyonu.

Tekrar çağıran şehir

İki günlük bu kısa molanın ardından önce Selanik ardından Üsküp’e varmak üzere yola çıkıyoruz. Şehirden çıkarken surları andıran tarihi kalıntıların yanından geçiyoruz. Sur mu kemer mi derken, aslında bu yapıların şehre su taşımak için yapılmış su kemerleri olduğunu öğrenip ardından şehre son bir veda bakışı atıp uzaklaşıyoruz. Daha sonra pek çok defa bu yolculuğu tekrarladık ve her seferinde bir gece Kavala’da kaldık. Huzur veren şehirler listemizde kalmaya devam edecek bir liman.