Bir şehri tanımaya nereden başlamalıyız?
Esasında ilk kez geldiğim bir şehirdegörülecek iki taraf vardır benim için. İlki,kentin mirasını, dokusunu temsil edentarihî yerler: Katedral, cami, meydan,harabe ve sivil mimarîye dair herşey. İkincisi de sakinleri. Fakat, turistgörünce şaşıran; seni "döviz getirenbir mahlûk" olarak değil de kendi gibimaişet kaygısı olan bir varlık olarakgören sakinleri. Geceyi, mümkünsemeydanlara, katedrallere ayırırım.İnsanların bir kısmı otellere çekilmiştir. Işıkve gölge, abidelerin duvarlarında köşekapmaca oynar gibidir. Etraf daha sessizdir,şehir rol yapmayı bırakmıştır... Gündüzleri ise yerlilerinalışkanlıklarını, koşturmacalarını, birbirleriyle nasıl sohbetettiklerini, kendilerine has mimiklerini yakalamaya çalışırım.Türk insanında da gördüğüm bir bakış yahut daha öncehiç görmediğim, bambaşka bir jest. Hiç fark etmez... İkisiniizlemek de keyif verir bana.
İhtiyar Londra’da çocuk olmak
Yaşadığımız yer bizim için sokaklardan, binalardan ziyade alışkanlıklarımızdan ibarettir. İstanbul; benim için her sabah otobüs beklediğim durak, hep aynı köşede gördüğüm meczup, her gün oturduğum masadır. Vaniköy’de içtiğim kahve, Boğaz’ın renkleri ve kokusu, Valide-i Cedid Camii’nden yükselen içli ezan... Bunlar benim tecrübelerimdir, hatıralarımdır, İstanbul’da özlem duyduğum taraflardır. Kendimizi bu kadar tekil örneklerle tanımlayıp, günlük âdetlerimizi denklem dışında bırakmak bana kurgu gelir. Yüzlerimize birer maske takıp yaşadığımız şehrin üzerinden kendimizi tanımlarız aslında. Vaniköy’de kahve içmeyi severiz, güzel renk ve kokuları ararız, materyal dünyadan kaçıp daha aşkın bir âleme sığınırız... Fakat bence bütün bu betimlemeler sunîdir; Jung’un ifadesiyle bir "persona"nın ardından söylenmiş hissi uyandırır.
Yeni bir şehir, bambaşka bir görüş ve duyuşa zorlayan bir âlemin kapısını açar bana. Çünkü orada artık hiçbir alışkanlığım kalmamıştır. Duyularım keskinleşir, önyargılarım hafifler. Adımlarım temkinli olmakla birlikte güçlüdür. Çocuklara has saf merakım bakışlarımı hep göğe çeker de önüme bakamaz olurum. Memleketimdeyken de altında gezindiğim semayı, sanki ilk kez görüyormuş gibi uzun uzun incelerim. Çünkü alışkanlıkların olmadığı bir şehirde artık hürdür insan... Yaratıcı ve güzel diyebileceğim bütün fikirlerimin seyahatte gelmiş olması rastlantı değil. İlk romanımın nüvesinin aklıma kuzey Londra’nın Willesden semtinde düşmesi, ikinci romanımın karakterlerini Hjelle adında ufak bir Norveç kasabasında tasarlamam... Bütün bunlar, yeni bir şehrin bana sunduğu imkânlardan sadece bir kısmıydı.
Londra’da öğrenciyken, kütüphaneden ve kendimden sıkıldığım vakitlerde Holborn’dan Strand’a yürür; bir vakitler Tudor Hanedanı’na ev sahipliği yapan sarayın yerine yapılmış olan Somerset House’a giderdim. Thames nehrine bakan bu neo-klasik yapının avlusu, gürültüden kaçabildiğim yegâne mekândı. Okulumdan buraya yürümem yarım saat sürmezdi. Fakat ben her seferinde bu yolun başka bir tarafını, o âna kadar bana saklı kalmış bir detayı fark ederdim. Bankaların, lokantaların, dört farklı metro çıkışının olduğu ve Londralıların da çok sık kullandığı bir yoldu bu. Birkaç önemli tiyatro, prestijli bir üniversitenin kampüsü, mimarı Sir Cristopher Wren olan St. Clement Danes Kilisesi, -ara bir yoldan gidersem British Museum da- güzergâhım üzerindeydi. Benim her seferinde yepyeni balkonlar, süslemeler, izler görmemde bütün bu saydığım binaların ne kadar rolü var? Hiç şüphesiz, azımsanamayacak kadar... Fakat yine de asıl sebebin gurbette olmam, alışkanlıklarımdan mahrum olmam olduğunu düşünüyorum. Londra’da uzun yıllar yaşasaydım, hiç şüphesiz, zamanla bu duyuşumu kaybedecektim.
Nasıl ki İstanbul’da, bağrında sayısız saklı güzellik barındıran sokaklardan bihaber bir vaziyette geçip gidiyorsam, Londra’da da aynı duymazlıkla yürüyecektim...
Maişet kaygım ve yeni edindiğim huylarımla birlikte o çocuksu bakışlarım puslanacaktı.
Bir keresinde, Southwark’ın Thames’e bakan bir yerinde tamburumu alıp bir banka oturdum. Önüme mendil açtım, bir şeyler çalmaya başladım. İnsanların bu farklı müziğe nasıl tepki vereceklerini görmek istemiştim. Fakat hiç ummadığım bir şey oldu ve klasik müziğimizin tınıları, Londra insanın günlük koşturmacası arasında kaybolup gitti. Hemen hemen hiç kimse dönüp bakmadı. Koşturmaca galebe çalmıştı. Fakat sonrasında çocuklu aileler için durum değişti. Elini sıkıca tutan evlatlarının yavaşlayan ve sonrasında aniden kesilen adımları onları da durup dinleyemeye zorlamıştı. Ve sadece onlar, çocuklarının uyandırdığı o insanlar bana dönüp para vermişti... Yeni bir şehre gittiğimizde sanırım bizler, o çocuklar kadar olmasa da önyargılarımızdan sıyrılırız. Böylece yeni güzellikler keşfederiz.
Londra tıpkı diğer metropoller gibi hızlı bir şehir. Örneğin günün belli saatlerinde City of London’a yolunuz düşmüşse bunu çok rahat gözlemleriz. Thames’in kuzeyinde kalan ve St. Paul Katedrali, erken modern dönemde loncalara ev sahipliği yapan Guildhall, Blackfriars gibi yerleri de kapsayan bu ilçede dolaşırken daima garip bir eziklik sizi takip eder. İnsanların azmi, ve bu azmin onları nasıl da ayakta tuttuğunu görür hayret edersiniz. Ne zaman buraya yolum düşse, ellerinde kahveyle dolaşan kalabalığa bakıp, sabahları nasıl da yataktan zor kalktığımı hayal eder, hâlimden utanırım.
Levent’te veya Maslak’ta yürümek gibi değildir bu tecrübe.
Biz galiba yataktan mağlup kalkan bir milletiz. Sabah vapurunda gördüğümüz yüzü ekşimiş insanları, ve her çehreye gelip çökmüş çatık kaşları düşünelim... Onlar da hızlıdır, onlar da uyanmıştır... Böylesi tiplere Londra’da asla rastlamadım. İnsanlar koşturur ama daima gülümser. Hoş, ilerleyen zamanlarda bu tebessümün de bir rol olduğunu düşünmeye başlayacaktım... Fakat yine de onlar, şehrin bu keşmekeşini zül addetmezler... City of London’da ezilmemin ikinci bir sebebi daha var. Orada gezerken, İngilizlerin kendi kültürlerini koruma noktasında ne kadar hassas ve başarılı olduğunu düşündüm hep. Ortaçağ’dan beri faaliyetine devam eden bir hastane, cemaati kalmamış bir Anglikan klisesi, yüzyıllardır saraya gömlek diken bir terzinin önünden geçince; ister istemez bizde kaybolan, unutulan bir yığın kurumu ve hatta küçük âdetleri hatırlarım. İki imparatorluktan bakiye kalan iki devlet. "Korumuşlar" derim...
Benim kaçmak için çırpındığım turist kalabalığı, Londra’da belli başlı yerlere akar durur. Covent Garden, Trafalgar Square, Piccadilly Circus (Abdülhak Hamid de burada yaşamış, Yahya Kemal 1906 yılında kendisini burada ziyaret etmiştir), Knightsbridge, Buckingham Sarayı, Westminster, Oxford Circus, meşhur parklar ve diğer gözde mekânlar bu insan selinden nasibini alır. Fakat bence gidilmesi gereken başka semtler vardır. Bunlardan ilki Camden semtidir ki turistlerin buraya gelmediklerini söylemek yanlış olur. Zengin Londralıların oturduğu Hampstead ile her milletten gencin doldurduğu Camden Town buradadır.
Camden Town cıvıl cıvıl dükkânları, rengârenk duvarları ile çevresinden hemen ayrılan bir semttir. Evden işe işten eve giderken göremeyeceğim insanların tamamına yakınının ben burada gördüm. İşin tuhafı, burada bir nevi gizli bir sözleşme vardır ve hiç kimse başkasına dönüp bakmaz. Camden Town’dan aldığım renkli çorapları İstanbul’da ne zaman giysem, benimle dalga geçecek bir arkadaşım oldu hâlbuki. Bunları düşünce oradaki ortamın "tuhaf" tabiatı daha da ilginç gelir.
Londra sakinlerinin hafta sonu oldukça gittiği bir diğer yer göçmenlerin ağırlıklı yaşadığı Doğu Londra’dır.
Meşhur, Brick Lane. Aslında burası da turistlerin uğrak yeridir. Ama oradaki hava asla Piccadilly’deki gibi değildir. Burada yabancılar, kendi kimliklerini adeta bırakıp gelir. Herkes oralıdır, herkes yemeğinde baharat ister, herkes grafiti sevdalısıdır. İkinci el kıyafet almak gayet tabiidir, kaldırımlar zaten oturmak için yapılmıştır... Brick Lane’de Hint yemeklerini de bulabilirsiniz, gözleme de. Yahudi pastanelerinde satılan ve bizdeki tandırı andıran, sıcak salamura sığır etini (Hot Salt Beef) burada tadabilir, sadece mısır gevreği satan bir dükkânda bin bir çeşit ürünü başınız dönene kadar inceleyebilirsiniz.
Beni hayrete düşüren bir başka mesele de Londra’nın parklarıdır. Herkesin gittiği ve güneş varsa güneşlendiği Hyde, Regent, Hampstead haricinde, mahalle arasında kalmış izlenimi veren birçok ufak park da vardır. İşin beni hayrete düşüren yanı ise, insanların bu güzel bahçeleri kanıksamış olmasıdır. Bir elinde kitap, ötekinde sandviç tutan ve hiçbir şey yapmadan öyle sakince oturanları gördükçe, Londralıların yeşille ne kadar iç içe olduğunu farkına varır, hareketlerini tabii görmeye başlarsınız. Bir keresinde yine tamburumla parkta yürürken bir çocuk gördüm. Dört beş yaşlarında, sakin, uslu bir İngiliz çocuk. Eline bir papatya almış, sağa sola döndürerek inceliyor. Sonra çocuk bana doğru döndü. Arkamdaki geyiklere baktı sandım. Meğer elimdeki tambur kutusunu fark etmiş. Uzun uzun beni, sazımı inceledi. Annesine döndü, "Anne bak adamın ne kadar büyük bir kaşığı var" dedi. O kadar güzelliğin ortasında benim enstrümanımı fark etmesi, onu kaşığa benzetmesi... "Çocuk geyiği her gün görüyor tabii" diye düşünmeden edemedim.
Londra’da muhakkak görülmesi gereken yerlerin başında müzeleri gelir.
İmparatorluk tecrübesiyle adaya gelmiş binlerce parçayı görünce insan ister istemez bir ucu hicap ve hayranlıkta biten bir öfkeyi tadar. Anadolu’dan, Afrika’dan, Hint Yarımadası’ndan, binlerce yol kat edip gelen kıymetli eşyalar, herkese olduğu gibi bana da bir imparatorluğun uzun yıllar süren tahakkümünü hatırlattı. Fakat sonra bir şey oldu. Bunların nasıl güzel korunduğunu fark ettikçe, utanma duygusu ağır bastı. "Bizde olsa bunlar, akıbetleri ne olacaktı?" derken buldum kendimi... Londra’da gerçekten de insanı farklı düşünmeye zorlayan sayısız müze var. Tate Modern, Tate Britian, Courtauld Gallery, National Gallery gibi yerlerde Londra’nın birçok yüzünü keşfe çıkarsanız. Günlük güneşlik Londra’yı, doğma büyüme İngiliz Turner’ın, açık hava hasretini her fırça darbesini sezdiğimiz gün batımı tablolarında; kapalı ve boğucu Londra’yı ise Fransa menşeili, güzel günlere karnı tok Monet’in sisli Parlamento Binası Serisi’nde görürüz. Ben şahsen, Monet, Turner, Gogh, Kandisnky gibi ustaların eserlerini, az bir bedelle kulaklık kiralayarak, sesli rehber eşliğinde seyrettim.
Türkiye’de doğup büyümüş biri için bunun çok aydınlatıcı bir tecrübe olduğunu söyleyebilirim. İşin bana, ve tabii bize, tuhaf gelen bir yanı var. Sık olmasa da tuvallerin önünde ağlayan insanlar görürdüm. Şarkıya, filme, şiire ağlamak tamam da... Resme ağlamak nereden çıktı? Kütüphaneden sıkıldığım bir gün kendimi yine müzeye attım. Loş ama geniş bir odaya girdim. Monet’in Nilüfer serisine (Nymphéas) ait koca bir tablo, önünde bağdaş kurmuş ilkokul çocukları, başlarında da bir öğretmen. Bir okul gezisi belli ki. Yavaşça yaklaştım, kulak kabarttım. Öğretmen çocukları zorlanmadan susturdu, ki ilk şaşkınlığım buydu, sonra elini hafif yukarı kaldırıp çocukların ilgisini çekti. "Evet çocuklar" dedi. "Bu tablo size ne hissettiriyor?" Cevapları beklemeden çıktım... O yaşta hiç kimse bana bunu sormamıştı. Hoş, bu yaşta soran var mı? Hislerimin önemli olduğunu çok sonra kendi kendime öğrenecektim... Kütüphaneye doğru yürürken aklıma tabloların önünde ağlayanlar geldi. Kafamda bir şimşek, her şey yerli yerine oturdu... O yüzden siz siz olun, sergide ağlayan birini görünce benim gibi şaşırmayın, olur mu?
Aynı bahiste çok kaldım, fakat çoğu ziyaretçinin ihmal ettiği Londra’nın asıl müzelerinden bahsetmem gerek. "House Museum" denen ve bizim anladığımız "ev"den ziyade malikane yahut köşkü andıran bu müzeler, Londra’da ilk görülmesi gereken yerlerdir bence. Genelde aristokrat ailelere mensup varlıklı, koleksiyoner ve gezgin insanlarca kurulan bu müzeler, Londra’nın gizli cevherleridir. Buralar dünyanın dört bir yanından -genelde sadece bir insanın zevkiyle döşenmiş- eşyalarla doludur. Enstrümanlar, tabaklar, çiniler vb. Leighton House, Handel House, Fenton House, Sir John Soane's Museum akla gelen ilk örnekleri.
Abdülhak Hamid’in "Her tarafı şu’le-i şevk-ı hayat/ Yâda, mekabirde de gelmez memat", yani "Bu şehrin her yerini hayat şevkinin ışığı sarmış / Ki orda ölüm gelmez insanın aklına, mezarda bile" dediği Londra’da, ölümü hatırlatan mezarlıklar da var. Yosun tutmuş ve sarmaşıkların arasında kaybolmuş mezar taşlarına rastlamak mümkün. Bilhassa Highgatemezarlığı etrafındaki şirin evlerle muazzam bir tezat oluşturan, insana ölümün soğuk yanağını gösteren, ürpertici bir mezarlıktır.
Buradaki yeşillik nedense bana bizim mezarlıklarımızdakinden çok farklı gelmiştir. Sanki Karacaahmet’teki ağaçlar, bana ölümün mukadderatını ve bunun içine gizlenmiş ümidi hatırlatır. Belki önyargılarımdan olsa gerek, Londra’daki hiçbir mezarlıkta böylesi bir tat almadım. Paris’teki Père Lachaise mezarlığındaki gibi burada da önemli şahsiyetler yatar. Örneğin Karl Marx... İdeolojisinin mağlup olduğunu ve kapitalizmin mutlak galip geldiğini yüzümüze vurmak istercesine bir tabloyla karşılaşırız burada. Zira Marx’ın mezarını görmek isteyen beş pound vermek zorundadır. Ve başka hiçbir mezarlıkta böylesi bir ücret söz konusu değildir. İngilizlerin mizahı karadır, serttir. Bunu Highgarden Mezarlığı’nda tastamam anlamak mümkün...
Londra’yı hem gündüz hem gece dolaşmışsanız, çok ilginç bir tezatlık dikkatinizi çekebilir. Şöyle ki İngilizler utangaç insanlardır. Hani yeni birisiyle tanıştığımızda "Elini mi sıkmayalım? Yoksa çok mu resmî oldu? Yok yok! Sarılayım... Hayır. Bu da laubali kaçar" diye düşündüğümüz bir aralık olur. İşte İngilizler bu aralıkta yaşar. Onlarla ne kadar çok vakit geçirirseniz geçirin, her görüşmenizde aranızdaki mesafeyi yeniden ölçmeniz gerekir. Hatta bir keresinde, İngiliz bir dostuma "Siz bu utangaçlıkla nasıl oldu da bütün dünyayı sömürdünüz?" demiştim... Bu pek sıkılgan İngilizleri alkollü bir gecede asla tanıyamazsınız. El şakaları, kucaklaşmalar, kahkahalar birbirini izler. Zaten onlar da alkolün bu katalizör işlevini samimiyetle kabul ederler.
Son olarak kütüphanelerden ve arşivlerden bahsetmek istiyorum. Londra’da gezip faydalanabileceğiniz sayısız bilgi kaynağı mevcut. Uzmanlaşmak istediğiniz alana göre bir mecra muhakkak bulabilirsiniz. Fakat British Library’e ve The National Archives’a kesinlikle zaman ayrılması gerektiği kanaatindeyim. Her ikisinde de içinde kaybolacak kadar arşiv belgesine ulaşmanız mümkün. Eğer biraz olsun kütüphane kültürünüz varsa çok ilginç kaynaklara ulaşabilirsiniz. Ben British Library’e en son gittiğimde 17. yy’da yaşamış bir papazın günlüğünü istedim. Sayfaları karıştırırken içinden o yıllarda konmuş ölü bir yaprak çıktı. Tarih 1680... Tabii böyle bir şeyi tecrübe etmeniz için biraz da şanslı olmak gerek. Fakat Londra tarihi ile London Bridge, Tower of London, Buckhingham Sarayı’ndan fazla bir bağınız olsun istiyorsanız, birkaç kütüphane gezmekte fayda var... Üstelik günlerce sokaklarını arşınlayıp hikâyelerini dinlediğimiz bir şehri, onda kitap okumadan tanıyabilir miyiz?