Asırların destansı şehri: Elbistan
İki yüzyıl başkentlik yaptıktan sonra terk edilmiş bir şehrin o ağırbaşlı hüznünü yaşadım çocukluğumda. Şar Dağı’nın eteklerine sırtını dayamış bir eski dev gibi gelmiştir bana Elbistan. Umutsuz, bezgin ve suskun…
Şar dağına çıkıp seyran edende
Bir göz atıp ufukları tararım.
Düşünceler dört bir yana gidende
Gelecekte geçmişini ararım.
Kutlu Ozan
İçinde bir kayıp tarihin aksi çırpınan gözlerle uzun uzun bakar ovasının derinliklerine. Bakar ve sessiz bir iç çekişle tekrar hüznünü yaşamaya döner. En bilinmez zamanlar kadar eski, en yeni zamanlar kadar yorgun ve ürkek bir şehir...
Saklanmış bir tarihin dışa vurulmazlığının utancını taşır içerisinde. Şar dağı… Ne ağırbaşlı bir dağdır. Evlatlarını çevresine toplayan bir anne gibi toplamıştır şehri eteklerine. Ufukları gözleyen nöbetçiler kadar ciddi, çatık kaşlı bir baba kadar otoriterdir. Varlığı güven verir. Ne kadar da iç içedir şehirle. Hemen yanında, yanı başında…
Dalgaları bir ağıt gibi, hıçkırık gibi dokunur insanın yüreğine Ceyhan’ın. Bir umut taşır gibi sakin, hasretten kavrulan bir yürek kadar durgun dalgaları Elbistan’ı uysal bir kedi sessizliğiyle dolaşırken, kıyılarında şen çocuk sesleri yankılanır. Çocuklar erken büyümenin acısıyla kavrulmuştur ve ışıldayan iri gözlerle bakar hayata. Kara taş kadar kara gözleri vardır çocukların. Şiir gibi gülüşürler ve söylenmemiş türküler gibi konuşurlar kendi aralarında.
Gözlerinde o muzip, yaramaz gülüşleri eksik olmaz her şeye rağmen. Büyük bir dikkatle taşırlar acılarını geleceğe…
Onlar bizim çocuklarımız. Elbistanlı Ceyhan’da yüzmüştür çocukluğunda, öyle ki askerde Elbistanlıları Bahriye sınıfına yazarlarmış. Ceyhan ve Söğütlü çayı uzun ayrılıklardan sonra kavuşan iki sevgili gibi kavuşur Elbistan’ın hemen dışında. Kavuşurlar ve artık bir daha ayrılmazlar.
Kara altın. Binlerce insanın iş-ekmek kapısı, umudu, geleceği... Elbistan’ın zenginlik kaynağı olan santral ekonomik krizlerin burada hiç yaşanmamasını sağlamış. Esnaf para kazanır, ekonomi canlı ve üretken. Belki bu sebepten olsa ki biraz kabadır esnafı, tabii biraz da çokbilmiş. Müstağni sanma duygusunun getirdiği bir kabalık oluşmuş tabiatlarında ne yazık ki…
İnsanımın alın teriyle işleyen devasa bir kuruluş olan termik santralinin kulelerini her gördüğümde aklıma Don Kişot’un yel değirmenleri gelir. Uzaktan, çok uzaktan bir toz bulutu salar duman niyetine üstümüze. Ciğerlerimizi eskitir bu soluk toz yığını. Bir ekmek parasının bedeli binlerce canla ödenir burada, gencecik hayatlar tükenir. İnsanın boğazında düğümlenir aldığı nefesler. Senelerdir ciddi bir tedbir alınmamış bu durum için, eh, ne yapalım paranın yüzü sıcak, hatırı kırılmaz imiş.
Dört yanı dağlarla kuşatılmış bir şehir Elbistan. Doğal bir kale gibi kuşatır ovayı dağlar. Kekik kokar, keklik öter hep.
Dört yanı dağlarla kuşatılmış bir şehir Elbistan. Doğal bir kale gibi kuşatır ovayı dağlar. Kekik kokar, keklik öter hep. Toprakları asırların getirdiği bir yorgunlukla kendini bırakmış, bağrından Ceyhan’ı çıkarmış olmasına karşın birçok yerde susuzluktan çatlamış. Bir barajı bile yoktur Elbistan’ın. Koca ova kendi kaderiyle baş başa, kendi yağıyla kavrulur nicedir.
Elbistan ovası Anadolu’nun tarihi seyrini değiştiren destansı savaşlara şahit olmuş. Binlerce insanın kanlarıyla sulanmış her karış toprağı, evlatları ölmüş gözünün önünde. Kulak verseniz ovada nal seslerini, kılıç şakırtılarını, at kişnemelerini duyarsınız. Ok vızıltıları çalınır kulaklarınıza ve derinden derine ölümün çağrısını hissedersin.
Şahruh’un askerlerinin çığlıklarını, Baybars’ın tekbirini işitirsiniz belki de. Gökleri ışıl ışıldır, yıldızları parlak. Güneşi ısıtırken yakar, çetin soğukları vardır, dondurucu. Bir çığlıkçasına keskin ağıtları duyulur. Kesintisiz acılar çeken bir toplumun içli hıçkırışlarıdır ki, nesilden nesile sürüp gelmiş.
Derdiçoklar, Karakoçlar, Çıtaklar…Dadaloğlu’nun saz çalmışlığı var köylerinde Elbistan’ın. Ve Karacaoğlan’ın. Pınarnaşı’nda, Mekân’da eğleşmiş, çadırlarında yatıp göklerini seyretmişler. Erleri Yemen’de, Çanakkale’de, Arabistan çöllerinde kalmış. Trablus’tan kara haberleri gelmiş kadınlarına. Ağıtlar yakılmış bitmez, tükenmez. Ağıtlar yakılmış ölüm üstüne, hasret üstüne, ayrılıklar üstüne.
Selçuklunun ayak izlerini asırların yorgunluğuyla taşıyamaz olmuş Elbistan. Şimdi ne saray kalmış, ne han, ne hamam. Bir el silip atmış hepsini yeryüzünden, bir yetim bekleyişiyle bekler bir hamiyet sahibini. Gelsin de geçmişin izlerini bulup çıkarsın, silsin üstündeki tozları. Sanki hiç yaşanmamış bir tarih gibi silinmiş her şey.
Dulkadirli Beyliği bu güzel şehrin kıymetini bilmiş. İki yüz seneye yakın başkent yapmış burayı. Ve Osmanlı sarayına tam yedi gelin gönderir, yedi hanım sultan… Allı pullu gelinlikler giyer giderlerken her biri ve Elbistan’ı İstanbul’a götürürler yanlarına, yüreklerine alıp.
Elbistan dev yürekli ve üretken bir şehir. Kadılar şehri, âlimler, arifler şehri. Hayati Ahmed Efendi her alanda at koşturur tek başına. Rahmi Eray’ımız var. Mükrimin Halil bir tarih adam... Abdurrahim Karakoç keklik avlar dağlarında, Mahzuni’nin sazı ses verir hâlâ. Battal Gazi atını sulamış, yemeğini yemiş buranın. Sene 1900’ler.
Nüfus 5-6 binlere kadar düşmüştü. O görkemli günlerden geriye hiçbir yaşanmışlık kalmamış gibi bir düşüştü bu. Tozlu yollar, merkezden uzak olmanın terk edilmişliği, yetersiz, ufku dar yöneticilerin vurdumduymazlığı bir şehri yok etmişti.
Ulu Camii, Ceyhan Camii, Selçuklu Hamamı… Dilden dile anlatılan kalesi ve son demlere kadar gelen devasa taşlar. Yeni yeni bir hareketlenme başlar yer altında, tarihin izleri aranır tek tek. Sit alanları oluşur şehrin göbeğinde, umulur ki Elbistan tekrar canlandırılır ama bu canlılık kültür, medeniyet insanlık adına bir adım olarak gerçekleşir. Şehir şairleriyle de ünlü ve şairleri tıpkı eski evleri kadar korunmalı. Halkın kullandığı dili, Türkçeyi kullanırlar ve bundan dolayı da modern şairler tarafından küçümsenirler. Olsun, şairlerimiz iyidir ve bizdendir en azından,bize yabancı değiller.
Dilimiz, örfümüz, kültürümüz, adet ve adabımız lisanlarıyla taşınır geleceğe. Arabistan, Pakistan, Hindistan, Macaristan ve Elbistan. Ne kadardevletsi bir ismin var senin Elbistan. İstanbul’a ilk geldiğimiz yıllarda arkadaşlar sorarlardı nerelisiniz diye. Elbistan deyince diğerlerine döner ve yavaşça, Arabistanlıymış, derlerdi fısıldayarak.
Elbistan’ın ve her Elbistanlının yüzyılı aşkın bir süredir koruduğu bir hayali var. İl olmak. Osmanlı döneminden bu yana uzanır bu talep. Maraş istemez bu güçlü, büyük ilçesinin ayrılmasını. Muhaliftir buna. Umutlar her zaman bir başka bahara kalsa da “Bu sevda bitmez”. Hâlâ Elbistan bana, izah edilemeyen ama bilinen bir farklılığa sahipmiş gibi gelir. Her şeye rağmen, Elbistanlıyım demek bir anlamda farklıyım demek gibi geliyor ve evet ben bir Elbistanlıyım. Ve Elbistan daha iyi, daha güzel şeyleri hak ediyor.
Biz, yani şehrin İstanbul’da yaşayan evlatları. Şimdi hasretimizi seneden seneye on-on beş günlüğüne dindirebiliyoruz. Hayatın acımasız rüzgârları savurdu bizi herkes gibi, herkes kadar. Ama olsun. Gönlümüz bir ve hatıraları hâlâ canlı. Biliyoruz ki asıl ölmek unutulmaktır.
Ey şehir! Sen unutulacaklardan değilsin...