Aldous Huxley: Yazmak, yazarın içinde bulunduğu koşullardan bağımsızdır
Bu söyleşi Raymond Fraser ve George Wickes tarafından The Paris Review adına 1960 yılında gerçekleştirilmiştir.
Bize çalışma şeklinizden söz edebilir misiniz?
Düzenli bir çalışma rutinim var. Çalışmak için her zaman sabah vakitlerini tercih ederim. Akşam yemeğinden önce de biraz bakarım. Geceleri çalışanlardan değilim, geceleyin kitap okumayı severim. Genellikle günde dört-beş saat çalışırım. Dayanabildiğim kadar, bitkin düşene kadar çalışmak için çabalarım. Bazen, zihnim durma noktasına gelince elime bir kitap alırım. Kurgusal, psikolojik veya tarihi bir kitap olabilir bu, ne okuduğum önemli değildir. Bir fikir ya da malzeme bulmak için değil, yalnızca yenilenmek için okurum. Ne okursam okuyayım mutlaka işe yarar.
Romanlarınızdaki bazı karakterler gibi siz de defter tutuyor musunuz?
Hayır, tutmuyorum. Ara sıra, kısa dönemler için günlük tutmuşluğum var ama çok üşengeç biri olduğum için çoğu kez devam etmiyorum. Yine de bence tutulmalı.
Yazmak sizin için keyifli bir süreç mi yoksa zorlu bir süreç midir?
Zor bir iş olsa süreç sancılı geçmez. Yazmak insanın bütün dikkatini isteyen ve bazen de çok yorucu olabilen bir meşgale.
Geçimimi keyif aldığım bir işle sağlayabildiğim için kendimi her zaman çok şanslı saymışımdır.
Çok az insan bu imkâna sahip.
Yazarken size yol göstermesi için bir harita, çizelge ya da şema kullandığınız oluyor mu hiç?
İşlediğim konu üzerine çok fazla okuma yapsam bile o tür şeylere başvurmuyorum. Coğrafya kitapları belirli bir düzen sağlamak için oldukça elverişli olabiliyor. Cesur Yeni Dünya’nın İngilizce kısmını halletmeye çalışırken hiç zorluk yaşamadım, ancak New Mexico eyaletinde daha önce bulunmadığım için çok sayıda okuma yapmam gerekti.
Roman yazmaya başlarken zihninizde ne gibi bir genel kanı oluyor? Mesela Cesur Yeni Dünya’ya başladığınızda aklınızda ne vardı?
O kitap aslında H. G. Wells’in Men Like Gods kitabının bir parodisi olarak başlamıştı fakat zamanla yön değiştirip ilk başta hedeflediğimden çok farklı bir hâl aldı. Konuya olan ilgim arttıkça asıl amacımdan gittikçe daha çok uzaklaştım.
Kimi yazarlar fikirlerini ele verme korkusuyla bitmemiş çalışmalarından söz etmekten kaçınırlar. Sizin böyle bir korkunuz var mı?
Hayır, yazılarımdan bahsetmekte hiçbir sakınca görmüyorum. Hatta üzerine konuşmak benim için iyi bir alıştırma olabilir, böylece ne yapmaya çalıştığımı daha açık bir biçimde görmüş olurum. Yazılarımı başkalarıyla çok tartışmışlığım yoktur ancak bunun herhangi bir zararı olacağını düşünmüyorum. Yazınsal malzemenin uçup gitme olasılığı yoktur, kendi kanaatime göre.
Bazı yazarlar -mesela Virginia Woolf- eleştiriye karşı, bundan acı duyacak denli duyarlılar. Peki sizin eleştirmenlerden etkilendiğiniz oldu mu?
Hayır, hiç olmadı ve bunun çok basit bir nedeni var; eleştirileri hiç okumadım. Belirli bir kişi ya da okur kitlesi için yazmak bana hiçbir zaman anlamlı gelmedi. Yapabildiğimin en iyisini yaptım, gerisini de kafama takmadım.
Eleştirmenlerin bende bir tesiri olmamasının sebebi, ben “Sırada ne var?” diye sorarken onların geçmişle, olmuş bitmiş şeylerle ilgilenmeleri.
Mesela yazdığım ilk romanları da dönüp tekrar okumadım. Belki de birinden başlamalıyım.
Birtakım mesleklerin yaratıcı yazarlığa diğerlerinden daha çok katkı sağladığını düşünüyor musunuz? Bir başka deyişle, yaptığınız mesleğin veya işlettiğiniz şirketin yazarlığınıza bir etkisi oluyor mu?
Yazar için ideal bir mesleğin olduğuna inanmıyorum. Yazar, koşullar her ne olursa olsun yazmayı sürdürebilir, bütünüyle tecrit edilmiş bir ortamda bulunsa bile. Neden böyle söylüyorum; alacaklılarından saklanmak için Paris’te kendini gizli bir odaya kilitlemiş olan Balzac’a bakın, orada Köylü İsyanı’nı kaleme almıştı. Veya duvarları mantar levha ile kaplanmış odasında Proust’u hayal edin (her ne kadar çok ziyaretçisi olsa da). Sanırım yazar için en iyi iş, olabildiğince çok çeşit insanla tanışıp onların nelerle alakadar olduğunu görmek. Yaşlanmanın olumsuz yönlerinden biri de insanın daha az sayıda kişiyle yakın bağlar kurmak istemesi.
Sizce bir yazarı diğer insanlardan ayıran şey nedir?
Yazarda, gözlemleyerek vardığı gerçekleri söyleme ve hayatı anlamlandırma dürtüsü vardır her şeyden önce. Bunun yanı sıra sözcüklere karşı saf bir sevgi duyar; onları ustalıkla kullanmak ve onlarla oynamak ister. Zekayla ilgili bir mevzu değildir bu; bazı çok zeki ve özgün insanlar sözcüklere ilgi duymazlar, onları etkili bir biçimde kullanma hünerleri de yoktur. Sözel düzeyde kendilerini çok kötü ifade ederler.
Yaratıcılık hakkında ne diyorsunuz?
Ne diyeyim? Neden eğitim çoğu çocuktaki yaratıcı dürtüyü zedeliyor gibi görünüyor? Niçin çok sayıda kız ve erkek, okulu körleşmiş bir bakış açısı ve dışarıya kapalı bir zihinle bitiriyor? Gençlerin çoğu damar sertleşmesine yakalanmadan 40 sene önce zihinsel bir tıkanıklık geçiriyor gibi görünüyor. Bir soru daha: Neden bazı insanlar, yaşları geçkin olmasına karşın dışarıya karşı açık ve esnek kalıyor da bazıları henüz ellilerine varmadan kaskatı ve atıl kalıyorlar? Biyokimyayla ve yetişkin eğitimiyle ilgili bir sorun bu.
Ses Sese Karşı romanınızda Philip Quarles karakteri, “Ben doğuştan romancı değilim.” diyor. Kendiniz için de aynı şeyi söyler miydiniz?
Doğuştan romancı olduğumu söyleyemem. Mesela olay örgüsü oluştururken çok zorlanıyorum. Bazı insanlar doğal bir hikâye anlatma yeteneğiyle doğar. Bu kabiliyet bende yok. Örneğin Stevenson, öykülerindeki bütün olay örgülerini kendi bilinçaltı sayesinde, rüyalarından edindiğini yazar (kendisi için çalışan “Brownie”leri olduğunu söyler). Ona düşen, edinilmiş olan malzemeyi geliştirmektir sadece. Benim hiç “Brownielerim” olmadı. En çok zorlandığım şey, bir süreci yaratmak olmuştur her zaman.
Karakter oluşturmak sizin için bir olay örgüsü kurmaktan daha mı kolay?
Evet, ancak buna rağmen bir portre oluşturmada çok iyi değilim; geniş bir karakter repertuvarım yoktur. Bunlar meşakkatli işler benim için. Büyük ölçüde mizaçla ilgili sanırım. Bunun için doğru mizaca sahip değilim.