Adnan Özer: 'Yerlilik' için bir hayal ülkemizin olması gerekiyor
1980 sonrası Türk şiirinin önde gelen isimlerinden; Yeni Türkü, Üç Çiçek ve E gibi dergilerin kurucusu Adnan Özer ile Türk şiirinin geçmişi ve bugünü ile Latin Amerika üzerine konuştuk.
1977’de ilk şiirinizi yayınlıyorsunuz fakat ilk gerçek şiirim 79 diyorsunuz bildiğim kadarıyla. Bunlar 12 Eylül öncesi. 12 Eylül öncesi bizim son büyük kırılmalarımızdan birisi. Son toplumsal ve siyasi olayların en büyüğü o galiba. Peki, darbe öncesi ve sonrası şiir ortamından bize bahseder misiniz hocam? O yıllardaki dergi ve yayıncılık çalışmalarınız vs. hakkında. O günden bugüne edebiyat ve şiir ortamında neler değişti?
Darbe öncesi ben Bâb-ı Ali’de çırak olarak başladığım için o geleneğe de eklemlendim. Dolayısıyla ben o zaman 20 yaşındaydım ama çok zaman kazandım çünkü yaşlı insanları dinleyebildim. Fakat kompartıman derler ya öyle vaziyetteydi ortam. Belli yerlerde belli insanların çıkardığı dergiler vardı. Küçük cemaatler gibi. 80 sonrası bu değişti. Bir kere “obje” olarak değişti. Dergilerin kapakları şusu busu tamamen değişti. Buna direnenler de oldu ama. Mesela Hürriyet Gösteri çıktığında herkes şaşırmıştı. Çünkü renkliydi ve sol tandans o zamanlar muhafazakârdı böyle konularda.
Hatta kampanya yaptı bazı isimler, “renkli dergilere şiir vermiyoruz” diye. Ben imzalamadım ancak. Kısacası 80 sonrasında obje kavramı da değişti dergiler de değişti. Kavramsal dergiler yerine daha renkliler geldi, ben de ona meyyaldim.
Mesela Hürriyet Gösteri’de tişörtle fotoğraf çektirdim, şiirim çıkacaktı ve o fotoğrafla yayınlandı. Daha önce fotoğrafları boğazlı yakalar, kazaklar ve gizemli duruşlar süslerdi. Ben de futbolcu gibi poz verdim. Çatışıyorduk düzenle. Daha sonra ben yazarların kapak olduğu ilk dergiyi çıkardım 1994’te. E Dergi. Bu dönemde inançlı gruplar da vardı bunlardan da söz etmek lazım. Artık İstanbul’a göçün, önemli bir dalganın çocuklarıydık biz.
Bulgaristan göçmenisiniz tabii siz…
Ben göçmenim evet, Trakya’dan gelmiştim. Muş’tan, Trabzon’dan, Balıkesir’den, Diyarbakır’dan, Bursa’dan veya Söke’den birçok arkadaşım vardı 80 Kuşağı içerisinde. Dolayısıyla daha önceden gelmiş ve İstanbullu sayılan yapı ile çatışırdık. Biz derken Osman Konuk’u da söylüyorum Mehmet Ocaktan’ı da. Mesela İstanbul- taşra ayrımı o kadar netti ki, bugün size çok mantıklı gelmiyor ama o zaman Eskişehir bile yabancıydı, taşraydı. Dolayısıyla değerler çatışması oluyordu. Biz İstanbullu sayılanlara karşı örgütlendik bir bakıma. Kolay kolay bizi içlerine almadılar.
Hocam önce Trakya sonra İstanbul. Peki daha uzaklara Latin Amerika’ya merakınız nasıl başladı? Bugün Latin Amerika edebiyatlarından çeviri deyince ilk akla gelen isimlerdensiniz…
İlkin Küba’ya gittim ben, 78 senesinde. Sosyalist dünyanın gençlik festivali olmuştu. Dünya çapından 20 bin delege katılmıştı. Benim hayatımdaki bütün bu gezi ve dönüşümlerin başlangıcı orasıdır.
Moskova üzerinden gittik. Moskova’ya da çok heyecan duyuyordum ama Küba’ya, Havana’ya ayak bastıktan sonra bende Moskova tarafı bitti. O anı anlatamam. Yazıyorum, yazıyorum; ama yazamıyorum…
İletişiminiz nasıl oldu peki orada?
Beden diliyle… Kübalıları tanısanız zaten anlarsınız, beden diliyle konuşuyorlar. Ben de Trakyalı olduğum için bana uydu açıkçası. Oraya gittiğimde âşık oldum memlekete. O toprakların insana yaşam sevinci veren bir şeyi var gerçekten. Her gün tazelenen bir hayat var Küba’da. Müziğini falan söylemiyorum bile. Öldüm bittim oraya bir daha dönemeyeceğim diye… Kaldı ki 78’den sonra ikinci gidişim 30 yıl sonra oldu. O ara 12 yıl pasaport alamadığım için gidemedim. Sonra pasaport aldım ama bu sefer de para yok, evlenmişim çocuk var vs. 80’li yılların sonunda daha sık gezmeye başladım. Bu yıllarda ilk kez Makedonya’da küçük bir festivale katıldım. Makedonya’da Mateja Matevski ile tanıştım. Mateja şair ve İspanyolca çevirmendi. Balkanlar’daki, en önemli Hispanik idi. Mateja ile muhabbet kurunca, o beni çeşitli programlara önermiş ve o vesileyle ilk kez Kanarya Adaları’na gittim. Ardından El Salvador, Meksika falan Latin Amerika’nın yarısına gittim. Sonra gezi edebiyatına da ilgi duymaya başladım tabii. Gazetelerde dergilerde gezi yazıları yazdım.
Hocam, sizin eserlerinizde folklorik unsurlar epey önemli bir yer tutuyor. Tekirdağ kültürü, göçmenlik duygusu… Sizin kuşaktaki birçok arkadaşınızda da mevcut bu durum. Yaşar Miraç’ta Karadeniz, Abdülkadir Bulut’ta Akdeniz kültürü var mesela. Seyahatleriniz ve Latin Amerika’yı yirmili yaşlarınızda görmeniz, sizin folklorik şiire yönelmenize etki etti herhâlde…
Doğru yolda olduğumu Latin Amerika’ya gittiğimde teyit etmiş oldum. Fakat o zamanlar pek çok şair folklor şiire düşmandılar. Çok yaygındı bu tutum, herkes buna inanıyordu neredeyse. Ama Cemal Süreya’nın “folklor şiire düşman” ifadesi bir tedbirdir, kuram değil. Yine de Cemal Abi de tedbir almakta haklıydı. Çünkü bizim sözlü geleneğimiz çok uzun sürdü. Modernizme karşı tepki koyan hece şairleri de folklorcuydu mesela. Ayrıca biz sanayi toplumu değildik. Bizden bir Mayakovski çıkmadı. Mayakovski fabrikalara Enternasyonal çaldırtmış adam. Bizde Anadolu’ya yaslanmak bir gelenektir. Tüm kuşaklarda bu böyle neredeyse. Kimde yok peki? Orhan Veli’de yok. Cahit Sıtkı’da yok. Ben mesela Portekiz’e gittiğimde “melal” kavramıyla ilgilendim. Orada Pessoa’dan dolayı “saudade” kavramıyla ilgilenmeye başladım. Saudade melale çok yakın. Hemen hemen aynı. Demek oluyor ki melal artık insanın psikolojisiyle beraber şehre geçmişi anlamındadır. Taşrada melal olmaz.
Şehirle çarpışmanın bir sonucu yani melal…
Evet. Haşim’in melali böyledir. Yani bizim şiir medeniyetimizin en yüksek kavramıdır bence melal. Biz sosyolojik olarak melali anlamaktan uzaktık ama melalle birkaç sene içinde hepimiz çarpıcı olarak karşılaştık. 80’lerin lirik şiirlerine baktığınızda bu kadar çok çocukluk ve ölüm teması olmasının nedeni de budur. Çünkü şehirde gezme gerçeği diye bir şey var. Manik bir şey bu. Gezemezsen şiir yazamazsın, ama gezersen de ruhsal anlamda sıkıntı olur. Benim mesela depresyon geçirmemdeki en önemli etmenlerden birisi, kırsaldan gelen, kırsaldan taşıdığım şeylerin şehirde yok olmasıydı ve ben bunun üzerine bir sürü insandan koptum. Çünkü gidiyorsun adam senden çayı esirgiyor.
Mesela ben hiçbir zaman ben Barok mimari nedir Art Nouveau nedir ayırt edememişimdir. Ama mimari ve şiir arasındaki bağı öğrendim, karşılaştırma imkânım oldu. Şimdi Kolombiya’ya gittim, orada bir sürü akım var. Şairler şehirlerin sokaklarını emiyorlar. Mesela İspanya’da şehir şiirleri çok yaygındır. Yani bu tür gezmeler çok faydalı oldu bana. Biz de edebiyatta bunu yapmalıyız. Çünkü sonuçta bir işe yaramalı diye düşünüyorum edebiyat. Çünkü ben edebiyatı insanı geliştiren şey olarak görüyorum.
Peki, hangi şehre geç kaldınız hocam?
Bir gün imge nedir diye sormuştum İsmet Özel’e. Daha 29 yaşındayım. O da bana tahammül ediyor. Çemberlitaş’a doğru yürüyorduk. Bak, dedi, Adnan Özer; şurada, ilerde biri sana çok önemli bir şey bir yapı var diyor, sen de onu tahayyül etmeye çalışıyorsun. İşte imge budur. Önce şehri zihninde kurarsın yani. Bu açıdan bakıldığında geç gittiğim şehir Buenos Aires’tir. Çok ilginçti benim için…