Postmodernizm ve Türk öyküsüne soruyazı
Şerif Mardin, aciliyet duygusu ve baskısı altındaki Jön Türkler’in felsefesiz bir düşünme formunu kurumlaştırdığından bahsediyor, Jön Türkler’e dair bir eleştiri getiriyordu. Bilmem, bu eleştiri bana biraz da son yıllarda postmodern öykü başlığı altında yazılan anlam atfedilen öyküleri hatırlattı.
“Postmodernizm öldü mü?” sorusunu birkaç gün zihnimde taşıdığımda elle tutulur bir cevap bulamamamın en büyük, belki de tek nedeni postmodernizme dair kavram, üretim ya da ürün anlamında somut bir şeylerin zihnimdeki eksiklik ile doğrudan ilişkisiydi sanırım. Ki Post Öykünün 28. sayısındaki bu sorudan yola çıkarak oluşturulan dosyadaki metinlerin hepsini de okuduktan sonra neden cevap bulamadığımı bir bakıma anlamaya başlamıştım. Soruya cevap arama performansım son yıllarda Türk Edebiyatı’nda çok konuşulmaya başlanan postmodern öykü odaklı düşünmemin nedeniydi. Son yıllarda postmodern öykü furyasının bende bıraktığı olumsuz etkiydi belki de. Ki, biraz kendimi eşelediğimde, kısık sesli, kendi kabuğunda soru sorup homurdanan bir öykü okurundan bölük pörçük parçalar görüyor, duyuyordum. Postmodernizm öldü mü? sorusundan hareketle de yakın dönem Türk öyküsü üzerine kafamı kurcalayan soruları bir noktada açıklamaya ve bir nokta da bir soruyazı metni oluşturmaya karar verdim.
Roland Barthes’in 1965’te yayımladığı Racine Üzerine başlıklı eleştiri metnine karşı çok sert eleştiriler yükseldikten sonra 1966 yılında Barthes, bir karşı cevap ya da eleştirinin eleştirisi odaklı kaleme aldığı Eleştiri ve Hakikat metninde şöyle bir cümle kuruyor. “Klasik-Burjuva toplumu uzunca bir zaman boyunca, sözü bir araç ya da dekor olarak gördü. Biz ise bugün sözün içinde bir gösterge ve bir hakikat görüyoruz. Dil ile ilişkili her ne varsa, felsefe, beşeri bilimler, edebiyat, artık hepsi bir biçimde sorgulanıyor.” (Barthes 42). Bu bir anlamda, özellikle 1980 ve sonrasını etkileyecek postmodernizm tartışmalarına karşı bir eleştiri/özeleştiridir.
Modernizm bir dekor üretme, var olandan bir şey üretip onu (biraz da Platoncu bakış açısıyla taklit ederek) bir bakıma uygun, kullanışlı bir hale getirme uğraşındadır. Pekâlâ hakikat de bu noktada bir forma dökülebilir. Hakikat sırtını çevirebileceğin bir duvar değildir. Fakat postmodernizme geçtiğimizde bu hakikatten neredeyse bahsedemediğimizi görürüz. Barthes’in bu noktada dil odaklı yaklaşımı da dikkat çeker. Nitekim dil, her daim belirli bir yapıyı ortaya koyar, şekillendirir. Hatta dilden yola çıkarak söyleyeni söylem yaratır gibi kesin bir yargıya varmayı da yanlış görmüyorum bu noktada. Ki, Jean-François Lyotard da postmodernizm üzerine eğilirken dili merkeze koyuyordu, dilden ortaya çıkan bilgi ve bilim ekseninde bir ara yol açıyordu düşüncesine. Bilgi ve bilimin moderniteye içkin olduğunu belirtirken postmodernizmin temelde çatıştığı noktanın da bilim ve bilginin neredeyse gündelik hayattaki her ayrıntıya karşı kurduğu anlam tahakkümünün olduğunu belirtiyordu.
Bu tahakküme uğrayanların içinde edebiyat elbette vardı. Barthes ve Lyotard ekseninde bu bozuluş/oluş ya da yeni bir yön arayışı ekseninde postmodernizmi genel anlamda yorumlar ya da ona dair bir tanım üretmeye çabalarsak belki şöyle diyebiliriz: Postmodernizm klasik anlamda bilinen ya da üretilen anlamı eleştirirken, doğru ve hakikatin olup olmadığından bile emin değildir. Eğer bir anlamdan bahsedeceksek de bunun yalnızca bir olduğundan bahsedemeyiz, anlamın bölündüğünü, parçalandığını görürüz, hatta hakikat sorusu da anlamsız, donuk bir bakışla cevaplanır. Tıpkı ilkçağ filozoflarının yaptığı gibi seyretmeye, bakmaya -görmek değil ama- odaklanır, anlatıdaki bütün dinamiklerin harekete geçtiğini görürüz. Dil bir noktadan sonra hareket ettiren olmaktan da çıkar, hareket edene dönüşür. Hatta çıtayı biraz daha uzağa götürürsek dil, bir hamle aracı olarak kullanılırken diğer bir açıdan hamle olmuştur.
Bütün bunların yanında postmodernizm, modernizm ve onun epistemolojisiyle çatışmaktan ona yaklaşamazken ilk çağ felsefesindeki o saf, bakan, anlamaya çalışan, doğru ve hakikatten bahsedemeyeceğimiz felsefe anlayışına yaklaşmaya çalışır. Buna yaklaşırken de yazık ki aradaki engelleri yıkmadan geçemeyecektir. Mesafe ancak parçalanarak, bölerek aşılır. Bu noktadan sonra ortaya çıkacak olan edebiyat üretiminin eleştiri ve ona atfedilen anlam -teorik olarak- da ancak kuramlar aracılığıyla olacaktır. Özellikle batı literatüründe rastladığımız “Hikaye Anlatıcılığı” kavramı ve bu minvalde üretilen kuramları, modern dönem sonrası postmodern edebiyata hazırlık olarak yorumlayabiliriz belki. Nitekim Walter Benjamin, Hikaye Anlatıcısı başlıklı kısa metninde, klasik anlamda öykünün, öyküye dair bakıştaki değişimi yıllar öncesinden dikkat çekiyordu: “Artık kısa öykü, çeşitli anlatışların katmanlaşmasından doğan yetkin anlatının en yakın resmini çizen ince, saydam katların yavaş yavaş birbiri üstüne birikmesine izin vermiyor.” (Benjamin 86).
Bir bakıma postmodernizmdeki parçalanmış anlatıyı haber eden bir ses bu. Bundan öte, farklı kaynaklara ve seslere rastladığımızda bile farklı bir yol izleyen yorumlar da mutlaka bize çarpar. Lukas’ın tanrısını kaybetmiş bir dünya yorumu da bizi kusursuzu yakalamaya çalışan klasik bir roman tahayyülünden; iyi ve düzenli yorumlanmış modern romana oradan da anlatıyı genişletip, hakikati bölen, parçalayan, opak bir roman üreten postmodernizme kadar birçok yoruma götürecektir.
Fakat son yıllarda postmodern öykü diye adlandırılan öykülerin neredeyse bir çoğu ileri teknoloji sonucunu merkeze alan, sanal gerçeklik temalı öyküler olduğunu görüyoruz.
Kısaca böyle bir giriş yapacak olursak eğer, genel soruma açılıyor kapı: Postmodernizm eğer ölmüşse, cenazesi yakın dönemde yazılan Türk öyküsünden kalkar mı?
Türk Edebiyatındaki öykü geleneğinden ve kuşaklarından bahsederken sanırım birçok sesin hep bir ağızdan tekrarladığı, 50 kuşağı olur. Özellikle Cumhuriyet sonrası edebiyattan sonra çok farklı bir kanal ve derin bir bakış açısı getirmişti 50 kuşağı öykücüleri. Öyküyü toplumsal olandan biraz daha bireye yaklaştırmıştı. Dünya ile aktif bir şekilde savaşan karakterler yerine pasif bir bekleyişe, ya da pasif bir direnişe geçen karakterler karşımıza çıkıyordu. Bir olay karşısında harekete geçen, kendini sivrilten karakterler yerine yaşanan olay sonrası bekleyişe geçen, hatırlayan, erdem, ahlak, etik üçgeninde bocalayıp duran karakterlere açılmıştı öykünün kapısı. Buraya döneceğiz.
Son yıllarda öykülere farklı anlatı unsurlarını dahil edip klasik bir hikâye kurgusundan saptığını düşünen yazarların postmodern kılıfına sığındığını düşünüyorum. Bu kılıfa sığınmanın gün geçtikçe çoğaldığını da görmek zor değil. Burada bir poetika meselesi doğuyor kuşkusuz. Özellikle içinde bulunduğumuz bu oluş-bozuluşun iç içe geçtiği çağda, ya da o bilinen ifadeyle Post-truth çağında yaşamak, öykücülere poetikadan, anlamdan, yorumdan uzak konforlu bir alan mı yarattı, yaratıyor? Postmodern öykü yazdığını belirten ya da yazdığı belirtilen yazarların bir poetikasının olup olmayışını çok elzem görmeyenler de olabilir. Kabul. Postmodernliğin zaten bir anlamda, doğruyu, hakikati yardığı ve yorum yapamayacağımızı da belirten sesler olacaktır. Bu durumda “poetikadan da bahsedemeyeceğiz” sesleri çıkacaktır, buna da kabul. Peki her düşünce, kendi iç dinamiğine bir noktada bağlı kalarak ilerlemez mi? Dönelim.
50 kuşağı öykücülerinden bahsederken klişe kalıpları kullanırız genelde; varoluşçu olduklarından Sartre etkisinden bahsederiz mesela. Fakat 50 kuşağı öykücülerinin hepsi varoluşçuluktan haberdar olarak mı yazmışlardı öykülerini? Sanmıyorum. Belki Ferit Edgü ve Demir Özlü’yü burada istisna tutabiliriz. Hatta Adnan Özyalçıner, yakın zamanda yayınlanan bir röportajında “Bizi varoluşçulukla tanıştıran, varoluşçuluk felsefesinden haberdar eden Selahattin Hilav’dır” demişti. 50 kuşağı tam anlamıyla varoluşçuluktan haberdar olmasa bile kendisinden önceki kuşağın yazdığı öyküden, konu, biçim, estetik ve dil bakımından farklı bir kanala sapmıştı. Ferit Edgü de 50 kuşağının bir bakıma devrimini dil üzerinden yorumluyordu. Gerek dil, varoluşçuluk, Sartre etkisi, biçim, estetik vb kanallar 50 kuşağının kendi iç dinamiğiyle beraber şekillenmiş ve bu izlekte de poetikası oluşmuştu.
Peki ya şimdi? Özellikle 2010 sonrası yazılan öykülerde bir poetikadan bahsedebilir miyiz? Yalnızca yazar odaklı değil, genel anlamda? Yoksa bir konfor alanı mı oluştu/oluşmaya başlıyor? Postmodernizmin bizde bir poetikasının, kuramının tam olarak anlatıldığı ya da bir yorumlama girişiminde bulunan metinlere rastlamadan, bu düşünce etrafında fikir beyan eden metinler üzerine kafa yormadan postmodernist adı verilen öykülerin gitgide yığılması ne gibi sorunlar yaratacak, ya da böyle bir sorundan bahsedebilir miyiz? Hâlâ daha modernizm tartışmasında bile cevaplar bulamadığımız, üretemediğimiz bir süreçte postmodernizmin bacadan girmesi ve düşüp ölmesi bizim için ne anlam ifade eder? Yukarıda bahsettiğim konforlu alan oluşmasıyla beraber, özellikle 2010 sonrasında yazılan öykülerde de postmodernizmin anlam farklılığı, hakikat sorgusu, anlatıcı imkânları, hamleleri vb. konularının giderek kronik bir sorun oluşturacağını düşünüyorum. Hem öykünün anlatım imkanları bakımından hem de öykü yaratımı bakımından. Bu bakımdan özellikle 2010 sonrası yazılan öykülerde mekan yaratımı yerine konforlu alan sayesinde yazılan Kadıköy Öyküsü.
- Kadıköy Öyküsü’nü şöyle yorumluyorum: Kent yaşamı içinde derin yalnızlık buhranıyla boğuşan, erkek arkadaşından ya da kız arkadaşından yeni ayrılmış, ya da muhtemel bir ayrılık eşiğinde, ya da ayrılık sonrasında oluşan o genişleyen yalnızlıkla boğuşurken bir yandan da içsesiyle derin psikozların eşiğinde kıvranan teksesli karakterlerin öyküler toplamı.
İşbu öykünün yanında da ikinci bir öykü de postmodern öykü diye adlandırılan öyküler. Fakat son yıllarda postmodern öykü diye adlandırılan öykülerin neredeyse bir çoğu ileri teknolojinin sonuçlarını merkeze alan, sanal gerçeklik temalı öyküler olduğunu görüyoruz. Peki postmodernizme dair bir literatürümüzün oluşup oluşmadığından bahsedemezken, ona tematik bir anlam atfetmek ne kadar doğru? Ya da diğer bir yandan, postmodern diye adlandırılan öykülerdeki fantastik unsurlar göze çarpıyor. Fantastik motifleri postmodern olarak atfedip konforlu bir alana sığınmak ne kadar doğru? O halde Orhan Duru’yu nereye koyacağız mesela? Ya da Feyyaz Kayacan’ın Hiçoğlu’sunun 50 kuşağında yeri yok mu artık?
Şerif Mardin, aciliyet duygusu ve baskısı altındaki Jön Türkler’in felsefesiz bir düşünme formunu kurumlaştırdığından bahsediyor, Jön Türkler’e dair bir eleştiri getiriyordu. Bilmem, bu eleştiri bana biraz da son yıllarda postmodern öykü başlığı altında yazılan anlam atfedilen öyküleri hatırlattı. Postmodernizm ölmüş de olabilir, hâlâ yaşıyor da olabilir. Fakat bizim ondan haberdar olmamız için kendi içimizde düşünme ve yorumlama pratiği oluşturmamız gerektiğini düşünüyorum.
- Kaynak:
- Barthes, Roland (2017) Eleştiri ve Hakikat, çev, Elif Bildirici/Melike Işık Durmaz, İletişim; İstanbul
- Benjamin, Walter (2014) Son Bakışta Aşk, haz, Nurdan Gürbilek, Metis; İstanbul