Poşet
Sabahleyin hastaneye, psikiyatri servisine sevk ettiler, ardından süresiz hava değişimine gönderdiler. O günden beri havam hiç değişmedi. Bir poşet olarak ağustosu yaşadım hep. Bıkmadan ağustos böceği topladım, her sabah içtima aldım.
Her şeyin Ağustos Böceği'ne bağlı olduğu rüzgârlı bir yaz ikindisinde vardım kışlaya. Gözümü nizamiyenin sapsarı taşlarına dikip saymaya başladım. Komutanın: “Ne bekliyorsun ulan, açsana şu valizi!” serzenişiyle bıraktım saymayı. Sesindeki hiddetten belliydi, epeyi saymıştım. Döktüm valizi sarı bozkırın ortasına. Valizden; acemi birliğinden getirdiğim kamuflajlar ile poşet içine yerleştirilmiş yedek çamaşırlarım bir de Ağustos Böceği çıktı. Kıpırdıyordu böcek. “Kitaplar kalsın,” dedi komutan. Kamuflajları ve çamaşırları koydum valize, Ağustos Böceği ’ni avucuma sakladım. Bir asker kattı yanıma, beni birliğime gönderdi. İdari kata vardık evvel. Sülüs kâğıdını imzalattık. Sonra koğuşa çıktık. “Bir poşet daha getirdim size,” dedi yanımdaki asker. Koğuş ağasıyla gülüştüler. Koğuş ağasının ismi Harun’du. Usta askerdi. Kayıp dönem asker desek daha doğru olur. Namı diğer K.D.. Kıdemli asker yani... Beş yıllık hapis cezası bitince göndermişler askere Harun’u. Birkaç kez sürgün yemiş, gidecek başka yer kalmayınca bu bölükte kalakalmıştı. “Diğer poşetin yanına yerleştirin bunu da,” dedi Harun. Poşet dedikleri, malumunuz, diğer kısa dönem askerdi.
Koğuşa vardığımızda, diğer poşetin yanına yerleştirdiler beni. Altı yataklıydı koğuş. Altı sapsarı yatak... Yatakların duvara bakan yanlarında delikler açılmıştı. “Ne bu lan!” dedim. “Kendinize siper mi kazdınız?” “Poşetlik yapma,” dedi usta asker. “ Zula sana da lazım olacak, zamanla kıymetini anlarsın.” Çamaşırlarımı demir dolaba, Ağustos Böceği’ni de zulanın birine yerleştirdim. Kendimi bir poşet gibi attım sapsarı yatağın üzerine. Koku vardı yatakta, sapsarı bir koku. Yatağa adeta sarılık olmuş sahipsiz bir hastanın vücudundaki ekşimiş koku sinmişti. Diğer kısa dönem askerin eli ranza demirinde, gözü ise camdaydı. Tutunduğu ranza zangır zangır sallanmaktaydı. Beni görmüş gibi değildi. Titreyen bir poşete dönüşmüştü o da. Adamlar poşet demekle haklıydı galiba, şimdi kenara atılmış poşet gibi hissediyordum kendimi. Sonra kokuyu ciğerlerime çekince anladım. Mahalleden bilirdim, kokunun ekşimiş esrar kokusu olduğunu.
- Esrar saatleri ve mekânları vardı bizim mahallenin. O saatler ve mekânlar birilerine aitti. Biz sabahları duyardık kokuyu. Yokmuş, yaşanmamış gibi yolumuza giderdik.
O gece kamuflajı çıkarmadan uzandım ranzaya. Acemi birliğinde küfür yediğim günün akşamında söylemişti çavuşun biri: “Kamuflajdan bir şey işlemez, oğlum!” demişti. “Küfür bile!” Esrar kokusu da işlemezdi işte. Bir ara Ağustos Böceği’ne baktım. Öldü mü diye? Zulada birkaç esrar yaprağı kalmıştı. Ağustos Böceği’nin keyfi yerindeydi. Kıtır kıtır götürüyordu yaprakları.
Bağırış sesine uyandığımda gecenin üçüydü. “Bu ibneleri sabaha kadar uyutmak yok,” dedi biri. Üst devre askerdi bunu söyleyen. İbne dedikleri ise alt devre askerlerdi. İndiğimde ranzadan, koğuşun içi suyla doluydu. “Şebeke borusu mu patlamış?” dedim şaşkınlıkla. Kimse duymadı beni. Ha bire su çekiyorlardı. Karşı ranzaya baktım. Ranza sallanmaktaydı yine. “Bu askerlik bitmez, ...,” dedi poşet yoldaş. “Asker mi var burada...?” diye karşılık verdim ben de. Ulan argo dedikleri bu olsa gerek, küfürleşerek nasıl da anlaşıyorduk.
İçlerinde Samet diye bir çocuk vardı. “ Poşet abi, siz karışmayın biz çekeriz suları,” dedi. İlk defa biri poşetin yanına abi kelimesini iliştirmişti. Belli ki bu boktan hayatına beni de iliştirmek istiyordu. Hoşuma gitti, boktan da olsa bir hayata dâhil olmak güzeldi. Samet çekpası ustaca kullanıyordu. “G3’ü böyle kullanabiliyor musun, Samet?” dedim. “Yok, poşet abi,” dedi. “G3’ü daha elime almadım.” Askerliğin şanındandı. G3’ten evvel süpürge ile çekpası tutuştururlardı eline.
Sabahın altısında öğrendim. Patlayan, şebeke suyu değil, usta erlerin esrarlı geceleriydi. Alt devrelerden biri ömründe ilk kez esrar çekince fenalaşmış. Ritim bozukluğu varmış kalbinde. Suyu, en evvel, uyansın diye, esrar çeken askerin kafasına boca etmişler. Ardından bilindik mesele; koğuşlara sabaha dek su bastırıp çektirmişler işte. “Peki, çocuk uyandı mı?” dedim. “Uyandı, uyanmaz mı? Sebilin buz gibi suyu, ölüyü bile uyandırır evelallah,” dedi usta askerin biri. Sebilin yerini sordum. Bardağa buz gibi suyu doldurup zuladan çıkardığım Ağustos Böceği’ne boca ettim. Zıplayıverdi böcek. Yesin diye birkaç söğüt yaprağı getirdim sonra. Doyurunca karnını zulasına yerleştirdim.
O günlerde ne bulduysam yüz yirmi beşe tamamlıyordum. Sonra “Yok,” diyordum. “Atarsa yüz yirmi dört!” “Ya kafam atarsa!” diyordum kendi kendime. Ağustos Böceği’ni alıyordum elime. Bir ansiklopedide okumuştum, ömürleri en fazla iki ay oluyormuş. “Ulan yazık!” diyordum. Ömrünü bu askeri koğuşta, esrar kokulu bir zulada, heba edecek. “Kafam atarsa Ağustos Böceği’ni yaşatmak için atar!” diyordum sonra.
Bir de şafak vakti ile kahvaltı vakti attırıyordu kafamı. Ekşi kazan kokusu, demir bardak, tabldot, akşamsa ranza soğukluğu... Askerliğin tanımı işte; ekşimişlik ve demir. “Ekşimişlik ile eskimişlik arasında kesin bir bağ var,” diyordum. “Bu komünal sistem ne çok ekşimiş!” diye ekliyordum ardından. Ağustos Böceği’ne koşuyordum hemen, aynı koku onda da var. “Ne çabuk uyum sağladın, ulan!” diyordum. Zulada esrar yapraklarını görünce bu serkeş yaşam normal geliyordu sonra.
Ekşimişlik ile eskimişlik arasında kesin bir bağ var
Nöbetten döndüğüm bir akşam vakti Harun geldi yanıma “Buyur ağam!” dedim. “Poşet kardeş sen bu gece yatakhanede kalma, nöbet falan yazdır kendine.”“Bak, Samet’e ilişme!” dedim. Samet yetimhanede büyümüştü, kalabalık ortamlarda boğuluyordu. “İçtimalarda nefesim kesiliyor poşet abi,” diye dert yanıyordu hep. Annesi onu şehrin en kalabalık meydanına bıraktığında altı aylıkmış. Hayatta ilk öğrendiği şey yetimhane ve kalabalıklar olmuş. Sonrası yetimhanelerde asıl hikâyesini unutturacak hikâyeler yaşamış. Hayattaki yalnızlığını unutunca; yalnızca kalabalıklar kalmış hayatında.
“Poşet kardeş bu ottur, günahı yoktur ,” dedi Harun. “Diğer birliklerde kimyasal varmış, sen asıl onlara engel ol; bizimkisi doğal,” dedi. “Müptela yapmaz adamı. Anladın!” diye de hafiften ekledi tehdidini. Tüm suçların korunaklı yerlerde işlendiğini gün geçtikçe daha iyi anlıyordum. “Bu tel örgüsü içinde hikâyelerimiz bir,” dedim. “Tel örgüsü iyidir, poşet kardeş,” dedi. Harun. “Dışarıdaki düşman içeri giremez. Biz doğuda, sınır mezrasında yaşıyorduk. Bir yanımızdan coşkun ırmak, diğer yanımızdan tel örgü geçiyordu. Sular coşup yolumuz kapanınca, ihtiyaçlarımızı sınırın diğer tarafından karşılıyorduk biz de, tel örgüsünden. Kaçakçılık yapıyorduk anlayacağın. Asker baskı yaptı yıllarca. Mezrayı boşaltalım diye. Başka iş yapamazdı babam. Bir gün küçük kardeşim hayvanları otlatırken merada, her nedense bomba patlamış elinde. El bombası...
Özel Tim, o bombayı kardeşimin dağda bulduğunu söyledi. Tabii ki inanmadık söylenenlere. Mayınlardan beklerken acıları, elimize verilen bombadan gördük. Bu esrar da o günden sonra elime tutuşturulan bomba oldu anlayacağın. İntikam bombası... Bir gün patlayacak biliyorum, ama benim elimde değil. O günden sonra annem ırmak kenarında ağıtlar yakarak tüketti ömrünü, babam çıkmadı mezradan. “O ki kan karıştı toprağa,” derdi. “Bizimki aksa da bir şey eksilmez artık.” İnsan zamanla kendine verdiği acıdan korkmuyor. Hatta sevmeye de başlıyorsun acılarını.” “Kişiyi en çok sevdiği acı öldürür,” dedim ben. “Farkına bile varmazsın!” Harun’a baktım, gözlerine kan inmişti. Bizim bölükteki çocukların gözü kanlıydı. Kan böyle bir şeydi, indiği yerde yaşamı günbegün kurutuyordu.
Kişiyi en çok sevdiği acı öldürür
Ardından karargâhın garajına geçtim. Çavuşa:“Bu gece sabaha kadar nöbet bende,” dedim. Geceler gündüze karıştı o gece. Uyuyamadım. Kışlayı ağustos böcekleri sardı. Gece boyu bir türkü dolaştı dilimde: “Kışlalar doldu bugün/ Doldu boşaldı bugün.” Kursağımda yumru olmuş hiçbir şeyi boşaltamadım yine de. Sabahın altısı çavuş geldi, nöbet değişim zamanı. Yatakhaneye Ağustos Böceği’ne vardım evvel. Kıpırdamıyordu, buz gibi sular boca ettim üstüne. Nafile, bir türlü uyanmadı. Samet’e koştum .“Bir böceğe sahip çıkamadınız, kalk ulan!” dedim. Çıt çıkmadı Samet’ten. “Ne yaptınız bu çocuğa...!” diye bastım küfürü. Uyansın diye ranzayı salladım, demir dolapları yumrukladım, zulaları patlattım, esrarları döktüm ortaya. Kışlalar artık böyle boşalıyordu, Sametler, ağustos böcekleri böyle eksiliyordu işte.
Yataklar yenilendi, nevresimler değişti, tüm zulalar kapandı o gün. Geceleri kendime nöbet yazdırıyordum artık. Ağustos böcekleri arasında şiirler okuyarak tutuyordum nöbetlerimi. Samet’in ve Ağustos Böceği’nin gidişiyle şimdi kitaplarda serbestti. Bazen de uyuyakalıyordum nöbet yerimde; aniden rüya görüyor, bağırtı ile uyanıyordum. Uçsuz bucaksız bozkırın ortasında buluyordum kendimi. Kurtuluş yolu arıyordum. Ufka bakmak için çıktığım tepelerden başka tepeler ve upuzun bozkır karşılıyordu beni. Ağustos böceklerinin sesi kulaklarımdan eksilmiyordu. Uyandığımda saat hep 5:05’ti. Uğurlarken bana söylediğin sözü anımsıyordum: “Ağustos böceklerini saymazsan beş ay beş gün çabucak geçer.”
Ağustos böceklerini saymazsan beş ay beş gün çabucak geçer
Bir gece nöbet yerinde masamın üzerine altmış adet ağustos böceğini dizmiş sayıyordum. Komutan geldi, devriye atmış. Tekmil verdim. “Nassın asker?” dedi. “Sol!” dedim. “Nedir bu masanın hali?” diye sordu. “Ağustos böceklerini dizdim komutanım, içtima alıyorum.” “G3 mermilerin nerede?” Boş şarjörleri birer birer çıkardım masaya. “İçtima aldıkların G3 mermilerin değil mi?” dedi. Tuhaf tuhaf baktım komutanın yüzüne, etrafımdakiler de bana öyle baktı. “Tamam,” dedi komutan. “Onlar ağustos böceği. Biz buluruz G3 mermilerini.” Sabahleyin hastaneye, psikiyatri servisine sevk ettiler, ardından süresiz hava değişimine gönderdiler. O günden beri havam hiç değişmedi. Bir poşet olarak ağustosu yaşadım hep. Bıkmadan ağustos böceği topladım, her sabah içtima aldım.