Özgür bıraktım gökte uçan turnayı

SÜLEYMAN ARİF YILDIZ
Abone Ol

Bir sabah isteksizce işe doğru yürürken Fikret'le onu gördüm. Söğüt ağaçları ile çevrili bir bahçedeydiler. Havalanmak üzere olduklarını anladım. Gidiyorlardı demek. Havalandılar. Arkalarından koştum, koşabildiğim kadar, bazen koşsan da bir yere varamıyorsun. Git turnam özgür ol. Gökyüzündeki bir turnadan daha özgür ne vardır ki?

Gökyüzünde önce yan yana iki karartı, sonra iki nokta olana dek seyrediyorum onları. Yüzüm tam anlamıyla gökyüzüne dönük. Koşuyorum bu esnada ama bir yere gittiğim yok. Bazen koşsan da bir yere varamıyorsun. Gözden kayboluyor ikisi de. O varken gökyüzü nasıl dopdolu geliyorsa, o yokken de o kadar boş geliyor. Uzun süre gökyüzüne bakmaktan başım dönüyor düşme hissine kapılıyorum, toprak ayağımın altından, daha doğrusu sırtımdan kayıp gidiyor. Ama düşemiyorum. Düşmüşüm zaten. Benim durumumda olan biri daha fazla düşemez. Ben bir kere daha içime düşüyorum. Arşivler Genel Müdürlüğü'nün merdivenlerini ağır ağır çıkarken, depo bölümünde çalışan bir hamam böceği tedirgin adımlarla geçti yanımdan. Elindeki kese kâğıdından sıcak simit kokusu geliyordu. Koridorun başında Müdürüm Porsuk Kenan Bey'le karşılaştık. Senin yanına bir stajyer gönderdim odanda bekliyor, dedi.

Türüne özgü bir hareketle, düşman tehdidi altındaymışçasına kafasını hızlı hızlı sağa sola çevirdi. Çubuklu Beşiktaş formasını andıran yüzüne baktım. Yaşım kırktı ve ömrümün son demlerini yaşıyordum. Uzun yaşayan türlerden değildim. İş arkadaşlarım elimin ağır olduğunu, bense işimi yavaş ama sağlam yaptığımı düşünürdüm. Otuz yıl bu kurumda, şuradaki ufacık odada çalışmıştım. Yalnız. Huysuzluğum da bundan olmalıydı. Bir söğüt ağacının çürümüş kovuğundaki evimde yaşıyordum. Yalnız. Otuz yıl her sabah evden aynı saatte çıkmış, aynı yoldan işe gelmiş, akşama kadar sesimi kullanmaya hiç gerek duymadan, aynı yoldan eve dönmüştüm. Ben öldükten sonra bile ruhum o yolu takip edecek, sonsuz bir döngüyle dönüp duracaktı, hissediyordum. Evet, huysuzdum, ciddiyetsizliğe ve cıvıklığa tahammülüm yoktu. Konuşkan, güler yüzlü, neşeli olamadım hiç.

Türüne özgü bir hareketle, düşman tehdidi altındaymışçasına kafasını hızlı hızlı sağa sola çevirdi.

Otuz yıl böyle çalışmışken şimdi müdürüm karşımda, yeni yetme, -muhtemelen cıvık- bir stajyeri yanımda görevlendirdiğini söylüyordu. Elbette memnun olmadım. Ama kabul etmekten başka çarem yoktu. Odaya girdiğimde onu arkası dönük, kanatlarının ucu kalorifer peteğinin üzerinde, dışarıda acelesiz ve sessiz inen karı izlerken buldum. Gözlerinin iki yanından başlayıp arkasına doğru uzanan iki tüy, ona tarif edemediğim bir hava katıyordu. Günaydın dedim. Ses tonumda, daha ilk dakikadan onu bu odada istemediğime dair bir kararlılık, kabule yanaşmayan düşmanca bir titreşim vardı. Boynunu -kuşlara özgü bir hareketle- dikleştirip bana döndü, günaydın dedi gülümseyerek. Baygın ama zeki bakan, kırmızı minik gözleri vardı. Müdürüm stajyerin bir turna olduğunu söylememişti. Odamda ona ufak bir masa ile sandalye verdik. Yok sayıyordum onu, kafamı kaldırmadan kendi işlerimle meşgul oluyor, beni takip eden kırmızı gözlerini üzerimde hissediyordum.

  • Birkaç kere kendisinin yapabileceği bir iş olup olmadığını soracak oldu, aynı kabul etmez ve soğuk ses tonuyla "olursa söylerim" dedim. Neden böyle davrandığımı bilmiyordum, bir yabancıyla karşılaştığımda kendimi böyle gardını almış buluyordum. Sabah günaydın deyip hiç konuşmuyor, gelen çayı içiyor, öğle arası yemeğe çıkıyor, iyi akşamlar deyip ayrılıyorduk. Yaptığım şey yıldırma, yıpratma, ambargo, baskı, mobbing adına her ne derseniz oydu. Ve iki hafta sürdü. Sabırlı kızmış gerçekten, en ufak bir rahatsızlık duymadan -ya da bana göstermiyordu- durumdan şikâyetçi olduğuna dair bir işaret, bir yüz ifadesi göstermeden, yeni yetmelerin tabiriyle trip atmadan, serin bir duruşla beklemişti. İki haftanın sonunda gönlümde -sonradan bin kere pişman olacağım- bir yumuşaklık hissettim. Çayımdan bir yudum alıp arkama yaslandığım bir anda " Nerelisin?" demiştim. Bir kıza sorulabilecek ilk soru elbette "Nerelisin?" olmalıydı.

Nerelisin hemşerim deseydim bari. Kızdım kendime. Kısaca nereli olduğunu söyleyip susabilir, iki haftadır gördüğü soğuk muamelenin hıncını alabilirdi ama yapmadı. Yapsaydı keşke. Bulanık ovasında doğdum dedi. Ailesinden bahsetti. Beni sordu. Candan bakıyordu, en ufak bir öfke yoktu tavrında. Nar vadisindenim dedim. Odadaki sessizlik dağılmaya başlamıştı. Çalışıyor, sohbet ediyor, gülüyorduk. İşimle ilgili ayrıntıları anlatıyordum ona, bilgili bir ses tonuyla. Merakla dinleyen gözlerini görmek hoşuma gidiyordu. Günler ilerledikçe günümün yarısını çalışarak, yarısını onunla sohbet ederek geçirmeye başladım. Akşam eve döndüğümde gün boyu konuştuklarımızı, gülüştüğümüz anları hoş bir tebessümle hatırlıyordum. Aynanın karşısında koyu yeşil suratıma bakıyordum uzun uzun. Acaba? Beğenir miydi beni? Sabah odaya bir an evvel ulaşmak için can atıyordum. Kanıma bir şeyin yavaş yavaş karıştığını hissediyordum.

Nerelisin hemşerim deseydim bari. Kızdım kendime. Kısaca nereli olduğunu söyleyip susabilir, iki haftadır gördüğü soğuk muamelenin hıncını alabilirdi ama yapmadı.

Durup dururken neşeli, kıpır kıpır, hayat dolu biri olmaya başladım. Aradan günler, haftalar ve aylar geçti. Yıllar geçmedi, geçmeyecekti zaten. Ona adam akıllı alışmıştım. Huylarımıza aşina olmuştuk. Bazen sözsüz anlaşıyor, bakışıyor ve gülüşüyorduk. Yakaladığımız uyum beni umutlandırıyordu. Doğum günümde, bedenimin yeşil rengine uyacak kum beji bir kravat hediye etti. Canı çıkasıca umut, bir kat daha dolandı boynuma. Ben de ona devamlı üşüdüğünü bildiğimden, işyerinde omzuna alması için yeşil renk bir şal aldım. Bir de çikolata. Büyükçe bir tablet. Çikolatayı çok seviyordu. Onu düşünmeden duramıyordum. Her kadın yüzünde ondan bir iz buluyordum. Türlü hayvanat ve haşeratla dolu belediye otobüsüne bir turna binse o turnaya sevgi ile bakmaktan alamıyordum kendimi. Televizyonda izlediğim ünlü aktris Tavus kuşu Türkan'ın şuh kahkahasında bile ondan bir şeyler vardı. Şarkıcı Mirket Hülya'nın sürmeli gözlerinde, haber spikeri Tavşan Bahar'ın gamzesinde de o vardı.

Onda bütünleşen güzellik dünyadaki diğer kadınlara pay edilmişti. Beynimin orta yerindeydi, onsuz bir alana kaçamıyordum. Karanlık her sokakta, gizli her köşede onu görüyordum. Uzak bir mahallede yaşamasına rağmen mahallemdeki bir markette karşıma çıkma ihtimalini göz ardı edemiyordum. Marketin çikolata reyonundan bir garip hüzünle geçiyordum. Bir gün onu kahve makinesinin başında, Tasnif bölümünde çalışan bir şahinle konuşurken gördüm. Şahini tanıyordum adı Fikret'ti. Fikret bir şeyler anlatıyor, o da gülüyordu. Dizlerimin üzerinde duramayacağımı anladım. Sırtımdaki kabuk bir kat daha ağırlaştı. Titreyen bacaklarımla odaya kendimi zor attım. "Aynı türün üyeleri ne de olsa" Bu düşünce vücuduma saplanan bir ok gibiydi ve akşama kadar yara yerinde döndürüp durmuştum. Ertesi gün ilk tanıştığımızdaki, soğuk tavrı yeniden takındım. Aklımca onu cezalandırıyordum. O ise ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Bendeki durumu çözmek için birkaç soru soracak oldu, kuru ve soğuk cevaplar verdim.

Ağla Allah ağla
Post Öykü

Düşündükçe kendimi ikna etmenin bir yolunu buluyordum. Benim önemsediğim kadar mühim olmayan, öylesine bir konuşma olabilirdi aralarındaki. Bir sonraki gün ona haksızlık yaptığımdan artık emindim. Kendimi affettirecek davranışlara giriştim. O da uzatmadı, tatlıya bağlandı. Ne oluyordu bana? Onun gelişi dengemi bozmuştu. Bir ânım bir ânımı tutmuyordu. Kararsız, dengesiz, coşkulu, pişman, kıskanç, öfkeli, muhteris. Kendimi tanıyamıyordum. Onun gelişi beni mutsuzken mutlu ettiği gibi hırçınken daha da hırçın yapmıştı. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Hiçbir konuda başa dönemeyecektim. Eskiden nasıl biriydim, hatırlamıyordum. Ondan önce. Ondan önce nasıl yaşıyordum? Ondan öncesi silinmiş gibiydi. Gelmiş ve oyunumu bozmuştu. Ben artık yeniden nasıl oyun kurulur bilmiyordum. Onu birkaç kere daha Şahin Fikret'le görmüştüm. İçime kara kaygılar salındı. Ona kızdım, ondan daha çok kendime kızdım. İçimde kah şahlanan, kah sinip çekilen bir ejderha vardı. Dengemiz bozuldu.

  • Kavga ediyor, kalbini kırıyor, ertesi gün yerlere kapanıp özür diliyordum. Gururlu bir komutan gibi atılıyor, çarpışarak çekiliyordum. Bütün kavramlarım, ilkelerim, kidelerim hırpalanıyordu. İçinde bulunduğum durumu sezmişti. Gönlümü ona düşürmüş olma ihtimalim onu germiş olmalıydı. Aşağılık kompleksine kapılmıştım, özgüvenim yerlerdeydi. Karanlık, çirkin ve sevimsiz bir canavar gibi hissediyordum kendimi. Hem yorulmuş, hem yormuştum. İlk günlere dair ne kadar hatıra varsa yıpranmıştı. Ve bir sabah gerçekleşmesini içten içe beklediğim, adım adım yaklaştığını sezdiğim bir konuşma yaptık. "Ben" dedi. "Fikret'le..." "Tamam" dedim, açıklamak zorunda değilsin. "Gidiyoruz" dedi. Bu kadarına ihtimal vermemiştim. "Tabii ki" dedim, özgürsün sonuçta. "Ben seni sahiplenmiştim, bir yanılgıydı bu. Yanılmaktan keyif aldığım bir yanılgı. Aradaki onca mesafeyi nasıl kapatmış, ihtimallerin en olmazına nasıl iman etmiştim. Sen bana aitsin sandım. Dünyayı gönlümce olur sandım."

Bunları diyemedim tabi. Yıkılmıştım. Bazen birini o kadar seversin ki keşke hiç tanımasaydım dersin. Dedim. Dünyada onca kentte onca batakhane varken o kadın benimkine gelmişti. Keşke gelmeseydi. Hayatıma kaldığım yerden devam edemedim. Nasıl yaşandığını unutmuştum. Nasıl yaşanıyordu? Bir sabah isteksizce işe doğru yürürken Fikret'le onu gördüm. Söğüt ağaçları ile çevrili bir bahçedeydiler. Havalanmak üzere olduklarını anladım. Gidiyorlardı demek. Havalandılar. Arkalarından koştum, koşabildiğim kadar, buna koşmak denirse. Onlara yetişsem yapacak bir şeyim de yoktu. Son kez görmek istedim belki. Sonra bir taşa takılıp yuvarlandım. Kabuğumun üzerine ters düştüm. Ayaklarım koşmaya devam ediyordu ama bir yere gittiğim yoktu. Bazen koşsan da bir yere varamıyorsun. Git turnam özgür ol. Gökyüzündeki bir turnadan daha özgür ne vardır ki? Ama olsun ben seni bir kere daha özgür bırakıyorum.

Bu da benim yanılgım. Gökyüzünde önce yan yana iki karartı, sonra iki nokta olana dek seyrediyorum onları. Gözlerim buğulanıyor. Derken bir kelebek konuyor tersine akan gözyaşıma.