Öyküde ses ve ölümün tiz çığlığı
Uyku, yarım ölüm halidir derler. Bu yüzden ölüme de öyküde yaklaşabilmek adına, Şeyma Koç öyküleri genellikle uykuda, düşüncelerin bilinçaltına en haşin saldırdığı zamanda, rüyalarda dile gelir.
Bundan bir önceki yazımda da “İyi edebiyat, okurun belkemiğindeki ürpertidir.” Diyen Nabokov’a bir selam yollamıştım. Son beş senede çıkan öykü kitaplarını aklıma getirmeye çalıştığımda genellikle karanlık bir atmosferde geçen öyküleri anımsıyorum. Yaşadığımız çağ, okuduğumuz metinleri direkt olarak etkiliyor ve ona bir değer atfetmemizi sağlıyor. Okurun, zihnine çakılıp kalmak! Bir yazar için en büyük başarı bu olsa gerek. Atmosferin iyi kurulması kadar, yazarın meselesinin kitabın bütününe yayılması bence son derece önemli. Bu konuda eleştirmenler ve okurlar arasında bir kavga var. Kimi, kitabın tematik bir biçime bürünmesine şiddetle karşı çıkarken kimi bu meseleyi nitelikli bir eser ortaya koyma bakımından bir öncül sayıyor. Ben, her daim yazarın meselesini, odaklandığı noktayı önemseyen taraftayım. Peki, edebiyat bir sınır, böyle bir öncül kabul eder mi? Elbette ki sınırlara, kriterlere, düzene karşı çıkarak kendini var edebilen eserler, mihenk taşı olur.
Hatta çoğu eleştirmen, ortaya konan şahesere göre yeni tespitlere girişmek durumunda kalır, akademi de yeni kuramlar ortaya koyar. Ancak her eserin bir şaheser olmayacağını unutmamamız lazım. Bu durumda bir kitabı diğerinden farklı kılan nedir, okur neden daha fazla etkilenir sorularına cevap ararken eleştirmen kendine bir zemin, eleştireceği metne de belli kriterler getirmek durumunda. Bir yazar başarısını kurgusuyla, meselesiyle ve bunları destekleyen diliyle yakalar. Bu sacayakları öykü atmosferini katman katman inşa ederken okura da nefeslenme alanı bırakıyorsa, estetik olarak öne çıkar. Şeyma Koç, 94 doğumlu, genç bir yazar. İlk kitabı Ben Bir Uçurum İncisiyim, Eylül ayında İthaki Yayınları’ndan çıktı. Edebiyat dünyasının sıkı takipçileri yazarı başta Varlık ve Psikeart dergileri olmak üzere dönemin birçok nitelikli dergisinden hatırlayacaktır. SindhPedia, İnFocus, Eneken ve Trafika Europe gibi yabancı dergilerde de yer alan yazar; Yunanca, Urduca, Flamanca ve İngilizce’ye çevrilerek yurtdışında da kendine bir okur kitlesi yaratmayı başarmıştı.
Ayrıca üç öyküsüyle Amerikan Yazarlar Müzesi’nin düzenlediği “The Creative Process” isimli fuara kabul edilmişti. 2017 yılında ise hem Sennur Sezer Emek ve Direniş Öykü Ödülü hem de Şerzan Kurt Öykü Ödülü’nü aldı. Genç bir yazarın bu yoğun yolculuğu, 2019 yılında bir kitapla taçlanmış oldu. Şeyma Koç’un öykü evreni ölüm meselesi üzerine kurulu. Öykülerin tamamında kendini belli ediyor. Duyularını kaybederek hissizleşmeye başlayan insanın bir arayışı da atmosferinin bir diğer tabakası. Yazar, bu meselelere birçok farklı pencereden yaklaşmayı başarmış. Mahşer gününü kurarken, içindeki mahşeri de öykü evrenine taşımış. İnsanın yeniden dirildiğinde bile, kötülüğünden yahut intikamından vazgeçmediğini göstererek çağının toplumsal meselelerini de öyküsüne yedirmiş. Kötülükler, tecavüzler, şiddet, ürkü ve gazap kendini hiç unutturmuyor. Ama tüm bunlara rağmen coşku ve hesaplaşma da öyküleri sarmış durumda. İlk kitap için oldukça nitelikli öykülerde yazar ne yapmak istediğinin farkında.
Öyküde Sesi Yükseltip Alçaltma Denemesi ve Ölümün Tiz Çığlığı
Modern çağda insan ancak yatak odasında, uyumaya başlamadan hemen önce dışarının tüm gürültüsünden, telaşından ve bitmek tükenmek bilmeyen yaşamak çabasından bir nebze sıyrılma şansı yakalar. Uyku, yarım ölüm halidir derler. Bu yüzden ölüme de öyküde yaklaşabilmek adına, Şeyma Koç öyküleri genellikle uykuda, düşüncelerin bilinçaltına en haşin saldırdığı zamanda, rüyalarda dile gelir. “Et” öyküsü, “Ölülerimizi gömmeliyiz.” Sözü üzerinde yükselir ve kendi doğal atmosferini oluşturur. Okurun zihninde, gece karanlığında tam bir mahşer karmaşası oluşan kasaba inşa edilir. İnsan soluğunu zehirleyen kokular, ayağa takılan kemikler, kızıl yas elbiseleri içinde dizlerine vurup kayıp ölüler için ağıt yakan kadınlar, boşalmış mezarlar, kürek kürek kusan adamlar’la atmosferi olabildiğince iyi yaratır. Mahşer, aynı zamanda bir hesaplaşma günüdür. Yazar bu kurgusuyla, öyküsünde birçok toplumsal meseleyle ve baba figürü ile de hesaplaşmaya başlar.
Böylece öyküsüne hayat kadınlarını, salyalarını akıtarak kadınlara hayatı zindan eden adamları, soygun- hırsızlık gibi meseleleri sokar. Kötülüğün, ölüm sonrasında bile bitmediğini mahşer günü bile kötülüğe devam eden tecavüzcüleri gösterir. Rüyasında kurduğu bu mahşerde, babasına iki kemiği bile çok görecek bir kızgınlık içerisindedir. Babayla, toplumla, tanrıyla hesaplaşma öyküsüdür. Bu öyküde içerikten ziyade dikkatimi çeken farklı bir nokta var. Öykü atmosferinin bu kadar güçlü olmasında dilin işlevi.
Mahşer telaşını Şeyma Koç, dil olarak da çok iyi aktarır. “Ölülerimizi gömmeliyiz.” “Mahşer! Mahşer kuruluyor!”“Yükseliyordu... Geceyi kürek kürek kat eden bizler, kokunun korkunun, geçmişin ve günahların nöbetini tutmuş, sürgüler arkasındaki evlerimize dağılırken, kimliksiz kemiklerin üzerinde mezar taşları yükseliyordu.” “Aman demeye kalmadan bir çığlık koptu.” “Tanrı birdi. Ve bu kasaba o biricik Tanrı’yı yenmişti.” “Sıçrayarak uyandım.” Gibi cümlelerle öykü daima bir mahşer gürültüsüne sahiptir.
Yazar, bu gürültülerle okuru öykü boyunca diri tutmayı başarır ve istediği noktalara yönlendirir. Öykülerdeki tüm bu yükselişlerin ardından sesini biraz daha kısıp hikayesini genişletir. Dili, kurgusu ve toplumsal meseleleri ile güçlü bir öyküdür. Ses frekanslarını gördüğümüz bir diğer öykü de Kan Tohumları. Bu öyküde yazar karakteri oluştururken, anlatısını dil ile istediği gibi hızlandırıp yavaşlatır. “Şifranın yüzünde iki beni var. Gülümsediği zaman bu benlerden biri bir kırışıklığın içine girip kayboluyor. Tıpkı şu an olduğu gibi. Çünkü Şifra az önce çiçekçiden kırmızı bir gloksinya aldı. Hem de nasıl bir gloksinya! Kırmızı, kıpkırmızı, ölümcül kırmızı...” “Bir adım atıyor Şifra. Bir adım. Son bir adım daha derken, yanından hızla geçen bir panzer, yolunun üzerine kan tohumları saçıyor.” “Sonra da önüne kanlı bir et yumağı yuvarlanıyor: Bir ayak! Kara lastik içinde bir ayak!” “Bu o! Ablası! Mâra!” “Git artık! Beklediğin nedir? Git”“....bileğinden tutup yere çalıyor. Dişlerini sıkıyor. Hırlıyor. Gök vahşi ve yırtıcı bir hayvan oluyor.”
Öykü atmosferinde farklı noktalardan aldığım bu cümlelerle okurun dikkatini toplar ardından sakinleşmiş anlatımıyla öyküsünü genişletir. İsminden mülhem olarak diliyle de sert, karanlık bir atmosfer daha kurar. Her şeye rağmen hayata bağlanmak için çiçekçiden çiçek alan, gülümseyen Şifra, yanından geçen panzerle karanlık atmosfere geri döner. Elindeki çiçek düşüp kırılır. Önüne ablasının ayağı fırlar. Alev alev yanan bir yazma görür. Acı, korku, gazap, keder gibi duygular sıkıyönetim gibi kasvetli bir ortamda okura sunulur. Yiten canlar, ölenler önemsizdir. Şiddet ve şiddet dili hüküm sürer. Bu ürkü ve gazap ortamında Şifra ne olursa olsun hep hayatı değiştirmek gayesiyle mücadeleden vazgeçmeyen bir karakter olarak okurun karşısındadır. Ölülerin değersizleştirilmesi; ortaya saçılmış cesetlerle, cesetlerin konulduğu poşetler ve hoyrat adamların umursamazlığıyla verilir. Kurgu, coşkulu bir dille desteklenmiş kara bir anlatı oluşturulmuştur.
Öykü sesinin yükselip alçalmasına bir de Bonita öyküsünden bakmak istiyorum. “Bonita, coşkulu bir kadın; acısı bile coşkulu!” cümlesiyle başlayan öykü Nabokov’un “Lolita, hayatımın ışığı, kasıklarımın ateşi. Günahım, ruhum, lo-li-ta”sı gibi güçlü. Aşk demeden aşkı anlatmayı başaran, umacı masalları anlatarak küçük kızı kendine hayran bırakan, komşu Bonita’nın hikayesi de dili alçaltıp yükseltmeyle verilir ve Bonita’nın ölümüne dek hatıralar, anılar üzerinden ilerler. Bu öyküye de ölüm temi hâkimdir. “Yalnızca çiçeklerini sularken şarkı söylediğini duyardım; şebboy kokulu şarkılar. Aynı toprağın içinde, ayrı renklerdeydi şebboylar. Asla beceremediğim bir biçimde karıştırırdı iskambil kâğıtlarını. Tütün sarardı güneşte ısıttığı elleriyle...... Elektrikler kesildiğinde, yaktığı mumun buğusuyla karışan turuncu bir hava içinde, insan kusurlarını da paylaşan tanrıların olduğu umacı masalları anlatırdı. Gözleri şimşeklerle dolardı! İnce tül bulutlarının altındaki ve korkunç nehirlerin üstündeki tanrılar... Kalbimi büyülerdi!” Yukarıda verdiğim örneklerle Şeyma Koç’un öykü dilini açıklamaya çalıştım.
Yazar ölümü merkeze alarak oluşturduğu kara atmosferde öykünün dilini yükseltip alçaltarak okuru her daim diri tutuyor ve isyanının ortasına çekiyor. Böylece hem atmosferini koruyor hem de kendisine sağladığı güvenli bölgede toplumsal meseleleri işliyor. Bunu yaparken heyecanı körükleyen dili, en büyük artılarından! Yalnız zaman zaman bu dili öykü yapısını da zedeleyebiliyor. Güçlü bir anlatıda aforizmaya kaçan bazı sözler, yanlış kullanılan ifadeler ve şiirselliğe kaçan cümleler güçlü öykü atmosferinde sırıtmış durumda.
Bazı örnekler vermek gerekirse; Et öyküsünde “Herkes Tanrı için bir dakikalık saygı duruşuna geçti.” “Sonra bir yılan daha gördüm. İkiyken üç oldu. Derken, dünya kahır doldu.” Cümleleri, Galya öyküsünde “Başlarına böylesi hiç gelmemişti! Olacak gibi değildi! Bu ne tuhaf şeydi! Yoksa bu Galya’nın kaderi ve laneti miydi? İş çıkmaza girince, uçan kuştan medet umar hale gelmişlerdi.” gibi birbiri ardına sıralanmış cümleler, Sıcak Karanlıklar öyküsünde “Kalbim küt küt ediyordu.” gibi yanlış kullanılan ifadeler ve “ Hayır babam ölmemişti. Belki de ölmüştü. Bilmiyordum. O kaybolmuştu! Ölüme yakın bir derinlikte yaşıyordu. Dedim ya belki de yaşamıyordu.” Dilsel bocalamalar metni aksatıyor. Diliyle öykü atmosferini bu kadar iyi yaratabilen, kurgusunu yükseltip alçaltabilen bir yazarın bu sendelemeleri ilk kitapta hoş karşılanabilir. Ama yer yer metinleri aksattığını söylemekte fayda var.
Hislerini Kaybeden İnsanın Anlam Arayışı ve Bir Hesaplaşma Olarak Tanrı Anlatısı
Şeyma Koç’un öykü evreni ‘ölüm’ üzerine kurulur. Ölüm; bir yok oluş, mutlak son olarak değil bitti denilen yerde bile yeniden başlanılan/ hatırlanan acı üzerinden sunulur. Ve ölüm temini besleyen bir diğer olgu olarak duyularını yitirmeye başlayan insan verilir. Bu durumu birçok öyküde görebiliriz. Babasının kezzap atarak kör ettiği gözleriyle kör geceye bakan anne (Et) ; gözleri artık görmeyen, kulakları pek işitmeyen, burnu koku almayan, ağzının tadı iyice kaçan, tüm duyularından yalnız küçük bir parça kalan Galya (Mutlu Bir Ölüm), doğum yeteneği elinden alınmış bir kadın (Hayatta Kalma Alışkanlığı) ve ölüm karşısında acıya karşı hissizleşen diğer karakterleri örnek gösterebiliriz. Acının en yoğun olduğu, en yakınlarının kaybında/ ölümünde doruk noktaya ulaşarak acıyı son noktada yaşayacak olan karakterlerin sakinleştiğini, doğal hareket ettiğini hatta bazen coşkulu tavırlara büründüğünü görürüz.
Bu noktada ölüm; bir his kaybı yahut his karmaşası üzerinden okunabilir. Bu his kaybı/ karmaşası/ anlam arayışı genellikle bir hesaplaşma olarak Tanrı anlatısı üzerinden kurulur. Mahşer gününde Tanrı için saygı duruşuna geçen insanlar, varlığından kuşku duyulmayan ama ona rağmen hâlâ kötülükten de vazgeçilmeyen bir Tanrı anlayışı, günden güne hislerini kaybeden ama canı bir türlü alınmayan / birnevi yaşamakla cezalandırılan bir kadın üzerinden çığlıkla beklenen bir Tanrı’ya kavuşma durumu, ürkü ve gazap ortamında gökler altından silip atan, var ettiğini yok eden bir Tanrı neredeyse her öyküde kendini belli eder. Kimi zaman Acı Bir Söz-cüktür öyküsünde çocuğu ısınsın diye kendini yakan bir anne üzerinden bu acıya nasıl kayıtsız kaldığı sorgulanır, kimi zaman da Tanrı’nın beşinci gün yarattığı kuşlar üzerinden bir övgü anlatısı kurulur ve insanlık sorgulanır. Neredeyse her öyküde Tanrı ile hesaplaşılır. Tanrı kavramına; yaratılan dünyanın kötülüğü, ölüm, hastalık, keder, ürkü ve gazap üzerinden bakılmaktadır. Yaşanan her anın bir kıyamet olduğu gösterilir ve bundan dolayı bir hesaplaşma anlatısı üzerinden okunabilir.
Son Söz Olarak Şeyma Koç Öyküne Dair Bir Evrenselleşme Meselesi
Metnin, çevrildiğinde tüm dünyada etki yaratabilecek bir biçimde oluşturulması, son birkaç senedir üzerine fazlaca kafa yorduğum konulardan. Genellikle bu görüşlerimde; nitelikli bir öykü için düşündüğüm birçok kıstas es geçilerek salt evrensellik üzerinden tartışmalar yapıldı ve bu konuda sıkça eleştiriler aldım. Şeyma Koç; kurduğu öykü evreninde evrensele bir adım daha yaklaşmış. Bu yönden seçtiği karakter isimleri, evrenin yaratılışına ve sonuna dair kurduğu öyküler, mekânın kimi öykülerde Sevilla kimi öykülerde içinde bulunduğumuz topraklar oluşu, değişik kültürlere ait göstergeler, yabancı öykü isimleri, ve yer yer oluşturulan/ kullanılan kutsal sözlerle ölüm meselesine farklı açılardan bakmaya çalışmış. Katedral de çan sesi de sala da öykülerden duyuluyor.
Tüm coğrafyaların, insanların tek gerçeği “ölüm” tüm öykülerin çatısı durumunda ama bu çatının altında çok farklı göstergeler var. Bu çeşitlilik kurgusunu yükseltirken, öykü evrenini genişletmiş. Bu çeşitliğin içerisinde toplumsal meseleleri, görüşlerini dikte etmeden yerleştirmesi de ilk kitap için başarılı hamleler. Öykü atmosferini dil ile desteklemesi, kendine ait bir anlatı tarzı oluşturması da ilk kitap adına umut vaat edici. Anlatı sesini yükseltip alçaltarak okurun dikkatini diri tutmayı başarmış. Öykülerde bazı aforizmaya kaçan sözleri ayıklamak gerektiğini düşünüyorum zira anlatının yükseldiği noktalarda bazı sözler kurguyu zayıflatmış ancak öykü dilinde gerçekleştirdikleri bir ilk kitap için olumlu bir intiba bırakıyor. Öyküler çok katmanlı okumalara da açık. “Tapılmak değil anlaşılmak istenen bir Tanrıça...” ifadesi kullanıyor bir öyküsünde. Şeyma Koç tapılacak değil ama eminim ki okundukça kendini açarak anlaşılacak öyküler yazıyor.