M. FatihKutlubay ile söyleşi
"Benim öykülerimde varsa bir tahkiye gücü-anlatı yeteneği, bunun kesinlikle sözlü kültüre dayanan bir alt yapısı vardır.”
Selamlar. Evvela ilk kitabın Misak’ın Aynaları hayırlı olsun. Arketipler, M. Fatih Kutlubay öyküsü için ne ifade ediyor?
Teşekkür ederim Sami. Bilinçaltının yahut bilinç öncesinin anlatı sanatında daima aşina bir ses aradığını biliyoruz. Demek ki; aslında hikâyenin bir yerlerden bize tanıdık gelmesi gerekiyor. Aşinalık bizi metne yaklaştırıyor. İster konu isterse tip-karakter seçimi açısından bu arayışı görmezden gelmek, tarihsel - kolektif belleğe sahip okuru metnin karşısında yabancılaştıracaktır. İşte arketipler tam bu aşamada devreye giriyor.
Öykü yazacakken elbette “Bu karakterin arketipi aslında bu, şu konunun arketipi şu,” şeklinde bir çaba ile yola çıkılmaz. Fakat metinlerimi bütün bir kitap halinde karşıma koyduğum zaman, görüyorum ki çocukluğumda dedemin anlattığı Hz. Ali cenklerinden, annemin anlattığı absürt masal karakterlerine yahut bizzat okuduğum Keloğlan, Robin Hood veya Dede Korkut hikayelerine kadar geniş bir arketip havuzum var. Bu arketipler özellikle kitapta benim kendi kendime “Dağ” adını verdiğim son sekiz öykülük kısımda önemli şekilde göze çarpacaktır. O öyküleri hazırlarken okuduğum destan, masal veya halkiyat metinlerini de düşünürsek bu durum kaçınılmaz.
Okurken benim de dikkatimi çekmişti, kitap kabaca iki bölümden oluşmuş gibiydi. Çukurova’dakiler ve epik olanlar. Sanırım benim epik olarak sınıflandırdığıma sen “Dağ” adını vermişsin. Neden?
Şöyle ki kitabı normalde bahsettiğim şekilde ilk altı ve son sekiz öykü olarak iki bölümden oluşacak şekilde kurgulamıştım. Orada ikinci bölümün ismi de “Dağ” idi. Dağ isminin çıkış noktası ikinci bölümün hemen hepsine hakim olan mekan tasavvuru. Bütün epik yahut mitsel hikayeler bir yerde dağa ulaşıyor malum. Bu Doğu’da da Batı’da da böyle.
İkinci bölümde Anadolu, Balkan ve Kafkas efsanelerine epey yer verdiğini görüyoruz. Tüm bu destanların, efsanelerin, mitsel hikayelerin birikimi nasıl oluştu? Aslında şunu sormak istiyorum, çocukluktan bu yana dinlediğin hikayelerin mi yoksa okuduğun eserlerin mi etkisinde kaldın daha çok?
Öykünün bir anlatı sanatı olması sebebiyle hem içeriğin hem anlatımın belli bir birikime dayanması zorunlu. Benim öykülerimde varsa bir tahkiye gücü-anlatı yeteneği, bunun kesinlikle sözlü kültüre dayanan bir alt yapısı vardır. Daha önce de dediğim gibi masal dinleyerek uyuduğum çok oldu, belki de masal dinleyen son nesle mensup olabilirim. Zira artık masal dinleyecek yaşta çocuğu olan anne-babalar, masal bilmiyor. Bu makas daha da açılıyor. İçerikte ise birikim daha çok yazılı kültüre dayanıyor. Sırf bunun için mitoloji ve halkiyat okumaları yaptığım çok olmuştur. Bu alanlarda okumak aşırı keyif veriyor. Bir de yazınınıza katkı sağlıyor. Daha ne olsun. Bunların yanında bir akademik metin dahi okusam içerisinden hikayeme katkı sağlayacak bir parça yakalamaya çalışıyorum. Biraz pragmatist bir okurum galiba.
Aklıma Barry Sanders’ın Öküzün A’sı kitabı geldi. Sözlü kültür aşamasından geçmeyen, örneğin çocukluğunda masal dinlemeyen kişilerin okur-yazarlıkta çoğunlukla başarısız olduğunu iddia eden koca bir bölüm vardı kitapta. Bahsettiğin gibi yeni nesil çocuklar artık lamba cinleri, ak sakallı dedeler, gulyabaniler yerine alelade bir youtuberın hayal gücünden fakir içerikleriyle büyüyorlar. Sence bu çocuklar Sanders’ın iddia ettiği gibi okur-yazarlıkta çuvallayacaklar mı? Mesela şu an 10 yaşında olan bir çocuk, üniversite çağına geldiğinde M. Fatih Kutlubay’ın kitabını okur mu?
Sanders’a katılmakla birlikte bu kısırlığa yol açan durumun masal veya adına ne dersek diyelim sözlü kültür eksikliğinden daha büyük bir sorundan kaynaklandığını düşünüyorum. Bu çağ hayal kurma yeteneğimizi kısırlaştırmaya başladı bir kere. Çocukluğumuzda hayallerimizde canlanan dünyalara bugün resmen hükmedebiliyoruz. Bir zamanlar yalnızca resimlerde veya filmlerde somutlaştırdığımız dünyalar, bugün ultra gerçekçi bir bilgisayar oyununda elimizin altında canlanıyor hem de istediğimiz zaman.
Arttırılmış gerçeklik veya yapay zeka meselesi başka bir yanda. Mesela bir şövalyenin dünyası, kafamızdakinden çok daha ileri bir detaylandırma ile karşımızdaki ekranda can buluyor. Arttırılmış gerçeklik uygulamaları ile bir uzay mekiğinin muhayyilemizdeki halinden kat kat gerçek halini yarı yarıya yaşıyor, hissediyoruz. Hayal dünyamıza bir şey kalmıyor. Bunlar okumaya olan ihtiyacı yazmaya duyulan iştiyakı törpüleme riski taşıyor.
Diğer soruya geldiğimizde ise metinleri kendisinden sonraki zamanlarda okutturan hazza bakmamız gerek. Bu haz oldukça metni çekici bulması her zaman mümkün. Yeter ki biraz evvel bahsettiğim okuma-yazma şevki saklı kalsın.
Öykünün temel bileşenleri bir yemeğin malzemeleri gibi. Aşçı yemek yaparken malzemelerinden hangisini öne çıkarmak isterse onunla renk katıyor yemeğine.
Detaylandırılmış, arttırılmış ya da ultra gerçeklik demişken öyküdeki mekan unsuruna değinmek istiyorum. Öykülerini güçlü kılan faktörlerden biri de yer ya da mekan atmosferini kurmandaki maharet diye düşünüyorum. Fakat bunun kurguyu, tahkiyeyi maskeleme riski de var. Sen ne düşünüyorsun?
Hızlı bir yorumlama ile böyle bir risk olduğu düşünülebilir fakat mekanın bendeki yeri, öykülerimdeki mekan unsurunu yoğunlaştırma sebebim ve bunu azaltma çabalarımı anlatırsam belki bu riski en aza indirgerim. Öncelikle günlük hayatta da mekanlarla çok yoğun bağ kurabilen bir insanım. Mekanlara zor alışır onlardan zor vazgeçerim. Hepten bâki olmasa da ömrü en uzun olan mefhumlarımızdan birisi zaten mekan. Belli bir zamanı yaşama/kullanma ya da bir kişiyi yaşama/yaşatma imkanınızın sınırları belli iken mekan veya eşya böyle değil. Onlar ölmüyorlar asırlarca. Böylece bir mekanın kıyamete kadar yüzbinlerce yıllık, milyonlarca kişilik bir hemşehri kataloğu, bir eşyanın ölmez hafızası oluşmuş oluyor. İnsandan insana temasın mekan ve eşyadan daha çarpıcı bir vasıtası yok.
Soruna dönecek olursam; Nerdeyse her öykümde önce mekanı kuruyorum kafamda. Karakterlerin nasıl davranacağını, atmosferi, kurguyu bu eksende düşünüyorum. Öykünün temel bileşenleri bir yemeğin malzemeleri gibi. Aşçı yemek yaparken malzemelerinden hangisini öne çıkarmak isterse onunla renk katıyor yemeğine. Mekana baharat dersek ben de baharatlı seviyorum galiba. Bahsettiğin risk ise her zaman mevcut. Bu yüzden öykülerimde genellikle anlatıcıyı karakterler arasından seçiyorum. Riski azaltma çabalarından bir tanesi bu. Böylelikle okur oradaki anlatıcı ile birebir muhatap oluyor. Mekanın etkisini insan vasıtası ile veriyorum. Ayrıca mekan ve atmosfer aktarımını/gösterimini tasvirlere boğmamaya çalışıyorum. Mekanı bu şekliyle merkeze alıyorum.
Madem mekanlardan vazgeçemiyorsun seni zorlayacak bir soru sorayım. Dünyanın tamamını yok edecek bir felaket geliyor olsa, göktaşı yağmuru diyelim mesela, bu felaketten de beş yüz metrekarelik bir alanı kurtarabilecek güce sahip olsan nereyi kurtarırdın? Milli ya da manevi mekanları söyleme ama. Kâbe deme mesela. Hem Ebrehe miyim ben?!
Hahaha ya oraların zaten sahibi var. Elbette kurtaranı da “O” olur. Ben bencil bir inisiyatif kullanırdım. Hamidiye’de bir mülkümüz var. O mülk ile “kapımız” arasında bir yol var. Dünyanın en güzel yolu. O yolu kurtarırdım. Yol mühim.
Eyvallah Fatih. Güzel bir sohbet oldu. Okurlarımız için mutlaka okunmalı dediğin üç öykü kitabı önerebilir misin?
Teşekkür ederim samimi soruların için. Ben baş köşeye Ülkü Tamer’den Alleben Öyküleri’ni koyuyorum. Merhumun az öykü yazmasına bir kez daha yanarak. Arkasına Wolfgang Borchert’den Ama Fareler Uyurlar Geceleyin’i ve Cafer Müderris Sadıkî’den Ben Sabaha Kadar Uyanığım’ı ekleyeyim.