“Kara”dan Daha Kara, Öyleyse: “Adı Leyla Olsun”

DÜRDANE ÇINAR
Abone Ol

İz Yayınlarından çıkan yeni kitabıyla bize aynı mühim soruyu sormaya devam ediyor Cemal Şakar: “Meseleniz ne?” Kimse kolay kolay sahiplenmese de ortada bir mesele var, evet. Öyle olmasa bunca homo absurdus’u nasıl açıklarız? Adı Leyla Olsun. Leyl, gece, kara, karanlık... Leyla, saçları zifiri karanlık, gece gibi olan...

Niçin ya da? Niçin bir başka karanlıkta ya da

aynısında?

Ve bunu soran kimin sesi? Bunu soran kimin

sesi, diye kim sorar?

Ve yanıtlar, tüm bunları tasarımlayan her kimse

onunki.

Kendi yarattığıyla aynı karanlıkta ya da bir

başkasında...”

Samuel Beckett – Eşlik

Bugün işimiz, kâhini Kafka olan bir çağın cansız kişileriyle, “homo absurdus” leriyle uğraşmaktır, diyor M. Grenier. Sahiden de uyumsuz, insicamsız roman ve öykü kişilerinin sayısı gittikçe arttığına göre çağımızın dehası bir taraftan hâlâ Kafka’nın lehine çalışmaya devam ediyor demektir. Ve hâlâ hiçbir yazar, sanatsal uğraşını kendi çağının buhranından beride tutamıyor. Elbette okurlar olarak biz de nasibimizi fazlasıyla alıyoruz bu buhrandan.

ADI LEYLA OLSUN - CEMAL ŞAKAR İZ YAYINCILIK

İz Yayınlarından çıkan yeni kitabıyla bize aynı mühim soruyu sormaya devam ediyor Cemal Şakar: “Meseleniz ne?” Kimse kolay kolay sahiplenmese de ortada bir mesele var, evet. Öyle olmasa bunca homo absurdus’u nasıl açıklarız? Adı Leyla Olsun. Leyl, gece, kara, karanlık... Leyla, saçları zifiri karanlık, gece gibi olan... Kitap, ismini Şakar’ın 2016’da İtibar dergisinde yayımlanan aynı isimli öyküsünden alıyor. Yalnız kitabın içinde rastlamıyoruz o öyküye. Okurları bilir. Bir önceki kitabını da Kara ismiyle çıkarmıştı yazarımız. Gidenler Gidenler’le, Esenlik Zamanları’yla, Pencere’yle nispeten aydınlık başlayıp, gölgeli ve loş seyreden yolculuğunda havanın gittikçe karardığı bir noktadayız şimdi. Kara’dan daha kara öykülerle devam ediyor yolculuğa Cemal Şakar.

Kitabın ilk öyküsü, bir intihara hazırlıyor okuru. Gündelikçi bir kadın, kendisine aman vermeyen yazgısından ancak bir cam kenarında soluklanarak kurtulabiliyor. Yaşamla ölüm arasında, pencere ile bahçe arasındaki o bitmez boşlukta bir ömür kalabilmeyi diliyor. Bir eşik. Aşılması an meselesi. Yazarın bilinç-akışı tekniğiyle kurduğu öykü sıkışmış bir zamanda seyrediyor. Homo absurdus’lerin aynı sıkışmış zamanda sık sık yokladığı bir eşik bu. Hatta neredeyse gündelik bir yok-layış.

Tabii ki Özenti Değil Elbette Yaşantımız Bu

Taşra insanı ve şehrin insanı. Her ikisi de kendi cemiyetine mensup. Hangisinin yaşamı daha sahici, hangisinin meselesi daha elzem, edebiyat önceden beri tartışır durur bunu. Fakat taşranın şehirleştiği, şehrin taşralaştığı böylesi bir çağda artık pek de ayrı dünyaların insanları sayamıyoruz onları. Bakmışsınız yolları bir öyküde kesişivermiş. Sıcak bir günde, yüklü bir kamyonetle yola düşen öykü kişisi mola verdiği yerde birkaç tahsilli adama rastlıyor. (Birçoğunuz öyküyü okur okumaz onları tanıyacak. Hatta öykünün bir başka öyküye nazire olduğunu sezecek belki.) Araçları arızalanmış, yolda kalmışlar. Yardım için kendisinden ricada bulunuyorlar. Hep birlikte yola düşülüyor, müşkülleri hallediliyor. Oturup soluklanıyorlar beraberce. Öykünün devamında, bu tahsilli adamların yazar olduklarını anlıyoruz. Yazarların yaşamın belli başlı pratiklerini halletmekte pek de mahir olmadıkları malumunuz. Çoğu zaman, vapura yetişmek, metrobüste yer kapmak, aracın arızasını tespit etmek neredeyse imkânsız hâle gelir onlar için.

Ellerimi yıkamaya giderken, garson sesleniyor: Amca nerde kaldın ya! İşler uzadı biraz. Gençler benim masanın yanında bir tane daha taşıyorlar. Kiremitte balık geliyor. Sadece su diyorum garsona. Gençler tokmuş. Çay istiyorlar. İyi bari diyorum, şimdi onların balıkları da ödemek lazımdı. Benimle ilgileri yok. Kendi aralarında lafa dalıyorlar. Birbirlerinin kitaplarından, başka kişilerden söz edip duruyorlar. Dünyada sanki başka işleri yok. Ne çek, ne senet, ne vergi, ne bağkur... Bütün işleri okumak yazmak. Öyle ya, özenti değil, yaşantıları bu.

Biçimin Özgürlüğü - Bilincin Sürekliliği*

İki yıl kadar önce Balıkesir’de, çınar ağaçlarının altındaki çay bahçesinde tahta masa ve taburelerde bir grup yazar oturuyor. Masaya davet edilenler arasında ben de varım, henüz mahcup bir talebeyim. Cemal Şakar’la o gün, orada tanışıyorum. Masanın etrafında Aykut Ertuğrul, Akif Hasan Kaya, Hasan Aycın, Mehmet Narlı da var. Cemal Şakar hararetle konuşuyor. Bazen sinema bazen tarih ama daima öykü konuşuyor. Heyecanını hiç yitirmemiş, aksine konuştukça şevklenen ve şevklendiren bir yazar görüyorum karşımda. O günden sonra Şakar öykülerini her okuduğumda rahatlıkla şunu söyleyebiliyorum: Belki de onun kuşağında çok az öykücü kendi öyküsünün imkânlarını bu denli zorlamış, biçimde bu kadar özgürlükçü, bilincin sürekliğinde bu denli ısrarcı olmuştur. Mehmet Narlı, sonradan Öykü Burcu isimli çalışmasına da aldığı yazısında uzun uzadıya işliyor bu meseleyi. Şimdi yazarın son kitabındaki bu 16 öyküde, özellikle “Patlayan İki Tüfek”te, “Kader Ânı”nda, “Sırtımdaki Ben”de ve “Mutfakta Bir Öykü”de “hem biçimsel bir özgürlüğün şaşkınlığını ve tadını” yaşıyor hem de “anlamı sürekli çoğaltan diri bir bilincin uyarılarını, redlerini, kahırlarını, acılarını, eleştirilerini” duymaya devam ediyoruz.

What We Talk About When We Talk About Stories*

Yazının sonuna yaklaşırken sağlam bir öykücü olan Raymond Carver’dan ilhamla şu soruyu sorabiliriz belki: “Hikâyeler hakkında konuştuğumuzda aslında ne konuşuruz?” Cemal Şakar kitabın deneysel diyebileceğimiz son öyküsü olan Utanç’ta bu soruya yanıt arıyor gibi. Ancak peşin peşin söyleyelim, ortada okunacak bir öykü yok, o öykünün üzerine konuşanlar var yalnızca. Malum öykünün ne derece sarsıcı, ne derece boğuk ve karanlık bir atmosfere sahip olduğunu yalnızca onlardan dinleyebiliyoruz:

“Sevgili Cemal,

Seni hem tema hem de biçim konusunda yer yer uyarıyordum. Nereye gidiyorsun böyle, diye az ihtar etmedim. Bir yerde ip kopacak demiştim. Gönderdiğin bu öyküde korktuğum başıma geldi. Öykünün bütün unsurları boncuk taneleri gibi her yana saçılmış.”

“Abicim;

Utanç’ı okudum. Zaten utanç içinde yaşıyoruz. Öykün, ‘yaşadığın ne ki’, gibi bir sorgulamaya neden oldu. Klişe olacak, ama olsun, kalbim kurudu yahu!”

“Abi;

Bazı notlar aldım. Hem öyküyle ilgili hem de sanat-edebiyata dair... Bence bir akşam çay içelim. Yıkılana kadar sohbet edip bu meseleleri konuşalım. Ne dersin?”

“size pes diyorum Cemal Bey... ha bi de eyvallah!. yine ağzımızı burnumuzu dağıtmışsınız valla, sağ olun... Okurken imrenmedim değil. Siz de bazen diyor musunuz sahi; şu karanlıklar bi bitse, varsın bi tek kelime bile yazmayalım diye...”

Kitabı bitirip masanın üzerine bırakır bırakmaz zihnimde bir film beliriyor. Yaklaşık iki sene önce kaybettiğimiz İranlı yönetmen Abbas Kiyarüstemi, 2008 yapımı filmi “Shirin”de eşine az rastlanır deneysel bir çalışmaya imza atmıştı. Filmde yalnızca bir filmi izleyen seyircilerin yüzlerini görebiliyorduk. Geri planda film beyaz perdede akıyor, sesler, müzikler işitiliyor ama asla doğrudan bir görüntü çıkmıyordu karşımıza. Yalnızca şaşıran, hüzünlenen, öfkelenen, tebessüm eden kısacası filme bir şekilde reaksiyon gösteren izleyicileri izliyorduk. Yönetmenin sinema ile seyirci ilişkisini hikâyenin önüne koyarak nasıl gerçek bir özne haline getirdiğine şahit olmuş, büyülenmiştik. Kiyarüstemi’nin sinemada yaptığını öyküde yapıyor Cemal Şakar. Kitabın sonunda, öykü ve okur deneyimini tersyüz ederek bize okur üzerinden yeniden okunan bir başka anlatı sunuyor. Evet, sevgili okur, Cemal Şakar öyküsünün bizi hayretle getirip bıraktığı yeni yer burası. Perde karardı, ışıklar söndü. Şimdilik karanlıktayız. Ancak alışmayalım. Burada da fazla kalmayacağımız aşikâr.