İmgeler Sûretler
Calvino kendi kurmaca dünyasında en çok tekrar eden imgenin kent olduğunu söylüyor; Borges’e sorsalardı (belki de sormuşlardır) labirent cevabını verirdi. Biz Atay için bunun “oyun”, Tanpınar içinse pekala “zaman” olabileceğini düşünüyoruz. Yeterince ısındıysanız artık sorumuzu soralım: Ya sizin? Sizce neden?
Emin Gürdamur:
Bu sorunun bende uyandırdığı başka bir meraktan bahsederek başlamak istiyorum. Acaba yazarken kullandığımız imgelerin ne kadarı bilincin ne kadarı bilinçdışının konusu? Mesela Calvino’nun kent imgesi onun maruz kaldığı, Atay’ın oyunları ise tercih ettiği şeylermiş gibi geliyor. Tanpınar’da ise zaman, oldukça yetkin bir bilincin uğraşı olarak kurmacada yer tutar. Elbette bu iki durumu belirgin çizgilerle birbirinden ayırmak pek kolay değil. Çünkü bilinci bu uğraşa iten gücün bilinçdışıyla akrabalık derecesini kesin olarak bilemeyiz. Yine de şunu söylemeye cüret edebiliriz sanki.
İmge bir noktadan sonra, kendini tekrar ettikçe fazladan bir işçiliği beraberinde getirir. Bilinçli olarak kullanılan imgelerin paçalarından bu yüzden mühendislik akar, diğerlerinin ise masumiyet. Freud ve Jung’un bilinçdışı kullanılan imgelerle daha çok ilgilendiğini biliyoruz. Masumiyet, sadece edebiyata değil bütün disiplinlere münbit bir alan açar.
Dönüp Atları Uçuruma Sürmek ile Herkesten Sonra Gelen kitaplarımda yer alan öykülere bu dikkatle baktığım zaman, en çok tekrar eden imgenin yağmur olduğunu ve bunu bir noktadan sonra bile isteye kullandığımı fark ediyorum. Bir yandan acayip klişe, bir yandan yeri doldurulamaz bir imge, yağmur. Yağmurun ikide bir neden öykülerime girdiği sorusunun cevabı aslında kolay. Bunu, çocukluğumun sürekli yağmur yağan bir iklimde, Karadeniz’de geçmiş olmasıyla ilişkilendirilebilirim. Sabah yağmur, öğlen yağmur, akşam yağmur bir memleket. Yağmurun olmadığı günlerde ise onun gölgesi diyebileceğimiz sis var.
Bu benim kolay unutabileceğim bir kuşatma değil. Sayısız gece uykusu yağmurla dolmuş bir çocuk olarak o çıtırtılardan ne kadar uzaklaşabilirim ki? Ayrıca imgelerin, insanda derin ve mükerrer izler bırakan yaşam fragmanlarından damıtıldığını düşünüyorum. Yani açıkçası bunu şimdi düşündüm. Bu yolla yazar, sözü kendisi açısından oldukça güvenli bir limana bağlamış oluyor. Yazarken bu güven duygusuna ihtiyacımız var. İster varoluşsal bir anlam yükleyelim ister oyun filan diyelim, yazmak, diğer fâni uğraşlarımızdan farksız.
Aklı başında insanlar olarak her sabah uyandığımızda kendimize acaba bugün ölecek miyim diye sormasak bile bu sorunun gölgesi altında günümüzü geçireceğimizi biliriz.
Bu soruya tahammül etmek için nasıl ki alışıldık davranışları bir liman olarak kullanıyoruz, gerçekliği rüya içinde rüya mesabesinde olan öykülerde de imgelerin güvenliğine ihtiyaç duyuyoruz. Fâniliğin bizi imge kullanmaya sürüklediği kanaatindeyim. Ölümlü bir dünyada ölümlü bedenlerle ölümlü bir uğraş içindeyiz. Bilgimiz, bizi en uzun ömürlü olan dallara doğru sürüklüyor. Tutunmak için.
- İmgeler öyküden öyküye sıçrarken ne kadar farklılaşırsa farklılaşsın veya ne kadar benzeşirse benzeşsin, bu aşamada tek bir şeyi hedef alıyor.
Okurun zihninde derin bir yer edinmek. Bizde en kalıcı izleri, güçlü imgelere sahip öykülerin bıraktığını biliyoruz. Bu izler, anlatılması imkânsız öykülerde metne daha çok omuz veriyor. Orada artık yağmur derken tam olarak yağmurdan bahsetmiyorsunuz. Veya ırmak derken ırmaktan, taş yontucusu derken taş yontucusundan. Evet kaynağımız kaçınılmaz olarak yaşamın kendisi. Fakat bir yerden sonra, onun sonlu anlamını uzaya giden roketin yakıt tankını fırlatması gibi fırlatıyoruz.
Artık onun somut anlamı, kurtulmamız gereken bir yük. Metnin ondan kurtulması gerekiyor. İmgeler vesilesiyle, sonlu parçalardan sonsuz anlamlar üretmeye yelteniyoruz. Evet, bu bir yelteniş. John Berger, imgelerin başlangıçta orada bulunmayan şeyleri gözde canlandırmak amacıyla yapıldığını söylüyor ve ekliyor: Zamanla imgenin, canlandırdığı şeyden daha kalıcı olduğu anlaşıldı. Tam bu noktada yağmur imgesiyle ilişkimi yeniden gözden geçiriyorum. Onu, bazen azap bazen rahmet bazen silkiniş bazen de hüzün imgesi olarak kullanmışım. Hızımı alamayıp ilk kitabımda bir kahraman adı yaparak vefasızlıkla özdeşleştirmiş ve o öykünün adına “Zehirli Yağmur” demişim. Ne zaman yalnızlık duygusunu aktarmak için herkesin mutabık olacağı bir imajinasyon çalışsam orada gri kaldırım taşlarına çarpan soğuk damlaların yardımına başvurmuşum. Ürpertici bir yanı var yağmurun. Aynı zamanda çekici. Bir insanı, bir duygu durumunu anlatırken tam da ihtiyacım olan etkiyi bu yüzden onun sırtına yükleme ihtiyacı hissediyorum.
İhtiyaç demişken. Kendini dayatan her şey gibi imgelerin de kıyıcılığından söz etmeliyiz biraz. Yağmur, her ne kadar göksel ve merhamet odaklı bir çağrışıma sahip olsa da nihayetinde imgeleştiği ve kendini tekrar ettiği için bir yandan da buyurgan. Buna bir miktar katlanmamız gerekiyor. Yazar ve metin arasındaki alışverişin böyle gaddar kuralları var.
- Şimdi ben yağmuru tutup herhangi bir öyküden çıkaracak olsam yerini başka hiçbir şeyle dolduramam. Farzımuhal denedim, oradaki boşluk öyküde değil benim içimde oluşacak. İşte bu muhtaç kalma durumu, imgenin özgürleşmesine, kendince bir iktidar kurmasına, bağımsız bir dil geliştirmesine zemin hazırlıyor. İmgenin sonsuz bölünme anından bahsediyoruz.
Zorunluluk olarak geliyor, öykünün içine kuruluyor ve sonra hani o hiçbir şeyle ikame edemeyeceğiniz imge, okurun zihninde Borges’in aynaları gibi çoğaldıkça çoğalıyor. Kaldı ki kelimelerin bile dünyadaki insan sayısınca anlamı varken imgeleri kim, nasıl tutacak? İmgenin iktidarı denildiğinde ben şahsen bunu anlıyorum. Ayrıca imgelerin uzun yaşam sırrı tam olarak bu ele avuca gelmez yanlarından besleniyor. Tozuma bize güven veriyor. Bir şekilde doğadakine benzer bir üremeye sırtımızı yaslamamıza olanak sağlıyor. Yağmuru, bütün kullanılmışlığına rağmen öykülerime buyur etmiş olmamın bendeki cevabı şimdilik bu.