İki rüya arasındaki tanıklık

GÜLŞEN FUNDA ÇELİK
Abone Ol

Rüya, rüya, evet! İlk öyküye götürüyor zihnimizi. Kirpi olmak isteyen adam, kendini kirpi olarak bulduğunda, iki Bulgar muhaciri ve balyozu da karşısında buluyor. Öyküler rüya ile birbirleri arasında bağlantı kuruyor. Sondan bir önceki öyküye ne demeli peki.

Balyozla Balık Avı Cemil Kavukçu’nun Can Yayınları etiketiyle çıkan son kitabı.

Balyozla Balık Avı Cemil Kavukçu’nun Can Yayınları etiketiyle çıkan son kitabı. Kavukçu, taşradan şehre, çocukluktan yaşlılığa Türkiye’yi ve insanların içsel dönüşümünü sakince anlatma yolunu seçmiş. Yer yer sorguladığı, anlam vermeye uğraştığı konuları; köy-şehir, aşk-yalnızlık, rüya-gerçek, yaşam-ölüm gibi ikili kavramlar ile sorguluyor. Hikayelerini kurgularken özellikle hikayelerin başlangıcına ve sonuna dikkat ediyor, anlatma eylemini böylece güçlü kılıyor. İç muhakemenin ötesinde; geçen yaşam, görülen rüyalar ve anlatılan hikayelerin ne’liğine dair bir süreç tüm hikayelere siniyor. Yaşamı yeniden kurarken yaşamdan uzaklaşmadan hatta yaşamı, insanı, mutluluğu ve acının katman katman büyüyen varlığını anlatmak üzere yola çıkıyor. Çünkü rüyalar, geçmişe dönüşler, aynalar, sorular, tekrar eden konuşmalar, parça parça hatırlamalar şimdi’nin hikayesini çok güzel anlatıyor.

Palavracı Ramazan Dayı, kasabanın tek orkestrasının solisti Şugır Hilmi, dilsiz ve kadersiz Gangan Teyze, otoriter Kur’an öğreticisi Atiyanım, zulmünden korunmak için karısına daima “he” diyen Kolonyacı Hidayet, eski konsol için meydan muharebesi yapan iki elti: Nezihe ve Pakize, alternatif tıbbın sınırlarını zorlayan Mustafa Aga, Elifba sufarasına abdestsiz dokunup çarpılmaktan korkan Emin kitapta kendi dilleri ve hikayeleriyle yer alıyor. Yolda Murat 124, fonda Erkin Koray, ekranda Hülya Koçyiğit ve Kartal Tibet; cepleri leblebi, kalpleri kahır yüklü gençlerin “Füsun, evinin önünden kahırla geçenin Necip olduğunu anlayacak illaki.” tesellisi duyuluyor. Kitaba adını veren ilk öykü “Balyozla Balık Avı”; toprakla bağ kuran, mekânın kokusunu duyan, taşra dilinden anlayan, “tavukkarası geceyi” gören, “dörtlerce ayağın koşturmasını” seyreden, yanı sıra şehri bilen, şehirle kavgalı kışlar geçiren bir adamın öyküsünü anlatıyor.

Balyozun kayaya inmesiyle balıklar suyun üzerine çıkıyor.

Akşam, tarlada demlenirlerken Ramazan Dayı’dan balyozla balık avına çıkan iki Bulgar muhacirini dinliyor anlatıcı. Balyozun kayaya inmesiyle balıklar suyun üzerine çıkıyor; gecenin ilerlemesiyle hikayesi anlatılan iki muhacir, anlatıcının rüyasında beliriyor. Balyoz kafasına indikçe ağzından balıklar çıkıyor. Rüyanın bitmesiyle hikaye de sona eriyor. Kitabın son öyküsü “İprik”in ilk cümlesi oldukça dikkat çekici: “İkinci rüya şöyle başlıyordu:” Bu, ikinci rüya olduğuna göre birinci rüya da olmalı diye düşündürüyor. Rüya, rüya, evet! İlk öyküye götürüyor zihnimizi. Kirpi olmak isteyen adam, kendini kirpi olarak bulduğunda, iki Bulgar muhaciri ve balyozu da karşısında buluyor. Öyküler rüya ile birbirleri arasında bağlantı kuruyor. Sondan bir önceki öyküye ne demeli peki. Ne diyordu ayna, yaşlı adama: “Bütün rüyalar birbiriyle ilintilidir.” Kitabın ilk öyküsü, yazarın ilk rüyası; kitabın son öyküsü yazarın son rüyası. Diğer öyküler bu iki rüya arasında geçiyor yahut gerçekleşiyor. Dil, coğrafyanın rengi ve sesiyle yer alıyor hikayede. Dilin ritmi, sözün derdi, sesin rengi hikayeyi yer yer yontuyor.

Kavukçu da, yaşam’a dair neyi görüp neyi yaşatmak, neyi hikaye kılmak istiyorsa çağına ve çağının insanına, onu anlamak ve anlatmak için bakıyor.

Kahve fallarını anlatan, uzun ve karmaşık rüyalar gören, hastane odasında bir ömrün muhakemesini yapan dil ile Türkiye’nin taşrasında yaşayan Ramazan Dayı’nın dili bir değil. Kavukçu da bunun farkında, dil ve hikayeyi koşut ilerletmekte mahir olduğu kadar hikayeye can verenin dil olduğunu da bilmekte. Başka bir deyişle, kitapta yer alan öyküler dilinin, coğrafyasının ve zamanının bilincinde. Hikayesi anlatılanlar bir arka mahallemizde oturan, köyümüzde yaşayan insanlar. Duyduğumuz, bizim hikayemizden kalanlar. Korkutulan kendi çocukluğumuz. Sayıklarken hasta odasındayız. Âşık olduğumuzda Erkin Koray dinleriz. Hiç yadırgamıyoruz, hiç şaşırmıyoruz. Bazen metroda gördüğümüz bir aile ile karşılaşıyoruz, bazen bilincini, gideceği yolu yitirmiş bir adam ile. Borges’in “Günümüzün ozanı çağına sırt çeviremezdi.”1 dediği gibi, Kavukçu da, yaşam’a dair neyi görüp neyi yaşatmak, neyi hikaye kılmak istiyorsa çağına ve çağının insanına, onu anlamak ve anlatmak için bakıyor.

1 Kum Kitabı, J.L. Borges, İletişim Yay., 2015