İki Dünya Arasında Şeş-Cihet Meselesine Giriş
Evet, insan kainatta kendini nasıl konumlandırıyorsa öyle yaşar. Dünya görüşü denilen şey, insanın Tanrı’yı, kainatı ve kendini konumlandırma biçimidir. Modernizmin başlangıcından beri Tanrı ha var ha yok, orada, yukarıda bir yerde; kainat işte benim elimin altında, ulaşamadığım yerlere de bir şekilde ulaşacağım, biraz beklesin hele; kendimse buradayım, ama tüm eşyayı kuşatır halde, her şeyi olduğu gibi görerek...
Düşünmeyi, zihne ait kategorilerle nesneye bakmak ve onun hakkında tanımlar yapmak olarak tanımladığımızdan beri mevcudâtla ilişkimizde önemli bir övünç kaynağı keşfettik: objektiflik! Önce kendinin dışına çık, sağa dön, a-ha bir ağaç, hadi onu tanımla, tamam, şimdi onunla ne yapabileceğini düşün! Zihin benim, kategori benim; ne istersem onu yaparım. Kağıt yaparım, sandalye yaparım, canım isterse içine insan geni enjekte eder fantastik dünyalar kaçkını yaratıklar yaparım. Çünkü zihnim özgür benim. Çünkü bu özgür zihinle ben ağacı bütün bir şekilde görebiliyorum, kökünü, yaprağını, dalını, meyvesini tanıyorum. Resmini çizmek istesem nasıl görünüyorsa öyle çizebilirim, biliyor musun? Arka tarafını göremesem bile, görüyormuş gibi… Mesele ben değilim anlıyor musun dostum, mesele o, mesele ona baktığında görülebilecek olanlar... Görülebilecek diyorum bak, meçhul siga, neden, çünkü objektifim ben, dünyada ne kadar insan varsa onların hepsinin görebileceği şekilde görüyorum! Ağaç hakkında ne kadar biliyorsam ona o kadar da şekil verebiliyorum.
18. yüzyılda doğan nur topu gibi objektifliğimizle gördük, bildik, şekil verdik; bu arada geçmişteki insanların ne kadar kuru ve yanlış yaşadığına hükmetmeyi ihmal etmedik. Zaman zaman aramızdan irticai faaliyetlere yönelenler yok değil gerçi ama sorun değil, insan olmanın ne demek olduğunu keşfetmişiz bi’kere: Mitolojilerin hayallerini gerçekleştiren nesiliz biz, yarı-tanrılar olarak dünyada hüküm sürmekteyiz. İnsan kainatta kendini nasıl konumlandırıyorsa öyle yaşar sonuçta.
Evet, insan kainatta kendini nasıl konumlandırıyorsa öyle yaşar. Dünya görüşü denilen şey, insanın Tanrı’yı, kainatı ve kendini konumlandırma biçimidir. Modernizmin başlangıcından beri Tanrı ha var ha yok, orada, yukarıda bir yerde; kainat işte benim elimin altında, ulaşamadığım yerlere de bir şekilde ulaşacağım, biraz beklesin hele; kendimse buradayım, ama tüm eşyayı kuşatır halde, her şeyi olduğu gibi görerek... Mevcut ve onun bütün türleri arasındaki ilişkiler: İnsan, alem, Tanrı…
Her türlü ilmin konusu bunlardan ibaret, benim işimse bilmek. Bu bilme edimi sayesinde yani metafizik dahil her türlü ilmin öznesi olmak bakımından diğer mevcudâttan ayrılıyorum ben, insan olarak. Ama dur bir dakika, diğer mevcudâttan ayrılıyorum ama sonuçta bir mevcudum ben de. Varım yani bütün bir kainatla birlikte. Sakın bu ilişki ağı beni sarıp sarmalıyor olmasın?! Sakın düşünürken yaşadığım haller bütün bu ilişkilerin bir parçası olmasın?! Evet, ben burada olduğumun idrakinde olan tek varlığım ama acaba bu idrak, yani düşünmek diğer mevcudatın yapmadığı türden bir ilişki kurmak olmasın?!
***
Zurnanın zırt dediği yere hoşgeldiniz! Sahi düşünmek nedir gerçekten? Kendimizi alem içinde konumlandırmada doğru soru bu olmasın sakın?! İnsan hem ontik, hem de ontolojik bir varlık olması hasebiyle diğer varlıklardan ayrılır. Ontiktir, çünkü bu dünyada varlığını sürdürmektedir. Ontolojiktir çünkü Varlık’ın kendisiyle farklı türde bir ilişki içindedir. Bu ilişkiye “düşünmek” diyoruz ama aslında bu kelime artık tükenmiş bir kelime... Zira içeriği biraz kısırlaştı, anlam kaymasına uğradı. Düşünmek üzerine düşünürken insanın diğer bütün meleke ve yetilerini göz ardı ederek onu salt akıldan ibaret kıldık biraz. Oysa insan mevcudatın bir parçası olmak itibariyle akıldan çok daha öte bir şey, değil mi? Mesela ruh… Mesela hâl... Mevcudatla ilişkisi de sadece akıldan ibaret değil elbet. Heidegger’in ifade ettiği gibi, bir insanın bir çekiçle ilişkisi onu tanımak ve onu bilmek değildir. Uzaktan bakarak onu objektif şekilde tanımlamak hiç değildir. Çekiçle onu kullanarak ilişki kurulur, çekiç öyle bilinir, künhüne öyle vakıf olunur. İnsanın çekiçle ilişkisi ontolojiktir.
Oysa modernizmle birlikte insan ontolojik ilişkilerini bir kenara bıraktı. Çünkü artık objektif olarak algılamaya başlamıştı. Bu minvalde üç boyut önemliydi mesela: en, boy, yükseklik. Bir küpün sadece ön yüzünü, üst kısmını ve bir yanını görebilen insan üç boyut algısıyla tamamını görüyormuşçasına çizebilmeye başladı. Bilimsel gelişmeler sırasında ve onlar sayesinde zihinsel spekülasyon kabiliyetimizi sonuna kadar kullandık, hem de fonksiyonel bir şekilde. Artık tabiattaki herhangi bir şeyi diğer tüm ilişkilerinden azad edip tek başına ele alabiliyor ve onun üzerinde dilediğimizce tasarruf edebiliyoruz. Çünkü o bizden farklı, bizim dışımızda ve bizimle alakasız…
İnsanın, bu dünyada bir yerde konumlanıp aleme baktığında esas boyut algısının eskilerin tabiriyle şeş-cihet olduğunu idrak etmek bizim için ne kadar mümkün bilmiyorum. Şeş-cihet yani an itibariyle şurada dururken etrafımı altı yönle; önüm, arkam, sağım, solum, üstüm ve altım olarak algıladığım gerçeğinden bahsediyorum. Kadim dünyada insan kendini bu altı yönle sınırlı addediyor, şeş-cihetin dışına çıkamayacağını düşünüyordu. Şeş-cihetten münezzeh yalnızca Tanrı idi. Yalnızca o her şeyi “olduğu gibi” görebilirdi.
Kadim insan mevcudatla ilişkisini de bu yönler itibariyle okuyor, mevcudatı kendi zihnine göre şekillendirmekten imtina ediyordu. Zira insan da mevcudatın bir parçasıydı. Bu bakış açısıyla mevcudatın zarar görmesi insanın da zarar görmesi anlamına geliyor, onu şekil değiştirmeye zorlamak insanın da şekil değiştirmesine sebep oluyor, onu fıtratından uzaklaştırmak insanın da kendi fıtratından uzaklaşması demek oluyordu. Heidegger’in pek isabetli kullandığı kavramıyla insanın alemle ilişkisi ihtimam üzerine kuruluydu. Kadim insan için “olduğu gibi” görmek yukarıdan bakmak demek değildi. Oradan bakınca hakikat görünmüyordu çünkü. Hakikat, bulunduğum ontik ve ontolojik konumun idrakine vararak mevcudatla ilişkiye girildiğinde ulaşılabilen bir şeydi.
Hasılı insan olma idrakimiz bize bir algı biçimi hediye ediyor. İnsan şeş-cihetten münezzeh değil. Öyle olması da gerekmiyor. Zaman ve mekanla bağlantımda, bakışımda, duyuşumda, algılarımda hatta kültürel kodlarımda ne varsa ancak öyle bakabilir, ancak öyle derinleşebilirim. Hakikatle ancak böyle ilişki kurabilirim. Çünkü ben o hakikatin bir parçasıyım, ona dışarıdan bir gözle değil ancak içeriden bir nazarla bakabilirim. Sınırlarım derinliğimdir, derinliğim özgürlüğüm. Sınırsız olmaya çalıştığımda bocalarım, hakikatle bağlantımı yitirir, derinliğimi kaybederim.
(Devam edecek)
- Sahaf festivaline gittiniz mi? Bence sahaflar da kitap fuarlarına filan gidip kitap fiyatlarından haberdar olmalı! Henüz baskısı olan bir kitabı etiket fiyatından fazla fiyata satmanın cahillikten başka anlamı olur mu? Sahaf festivali kitap okurundan vazgeçeli yıllar oldu. Artık orayı Kapalı Çarşı gibi, Sultanahmet gibi filan düşünmek gerek. Senede on gün sahaflar para kazanıyor, “turist okur”lar da entellik satın alıyorlar. Olsun, sözümüz yok; Allah bereket versin. (AE)