Hikayenin Sonrası

DÜRDANE ÇINAR
Abone Ol

İsmail Isparta, bu kez kalemi eline böyle bir kaygıyla almış görünüyor. İz Yayıncılık’tan çıkan yeni öykü kitabı Sonrası, konusunu İslam tarihinin ilk dönemlerindeki önemli olaylardan, masalların, menkıbelerin, halk hikayelerinin keşif, öğüt ve hikmet dolu zengin içeriğinden alıyor.

“Eskilerin yaşam öyküleri, zamanımızda yaşayanlara örnek oluştursun; böylece bir kimse kendinden başkasının başına gelenleri öğrenerek; geçmişteki insanların serüvenlerini ve söylediklerini dikkatle göz önünde tutup onurlandırarak, kendini ıslah etsin! Ve dahi geçmişin öykülerini, sonrakilere ders oluştursun diye saklayanlara da hamdolsun!”

Böyle başlar Binbir Gece Masalları… Masalları, diğer büyük anlatıları var eden insan, şimdi ve sonra arasında sıkışıp kaldığı her daralma anında “önce”ye, önceden yaşanmış ferah bir döneme, bir altın çağa dönüşü arzular. Gözlerini sık sık geriye çevirir. Tıpkı net bir kare yakalamak isteyen fotoğrafçı gibi ışığı arkasına alıp öyle bakar, öyle tanıklık eder. Ve elbette bu tanıklığı dile getirmenin en sarih yoludur edebiyat.

Sonrası, İsmail Isparta, İz Yayıncılık
İsmail Isparta, bu kez kalemi eline böyle bir kaygıyla almış görünüyor. İz Yayıncılık’tan çıkan yeni öykü kitabı Sonrası, konusunu İslam tarihinin ilk dönemlerindeki önemli olaylardan, masalların, menkıbelerin, halk hikayelerinin keşif, öğüt ve hikmet dolu zengin içeriğinden alıyor. Yazar daha kitabın önsözünde açık açık dile getiriyor kaygısını. Plastik bir sanat olan öykü, konusunu insandan aldığına göre, yaşadığımız ya da tanık olduğumuz bunca acının, sevincin, hüznün öyküde yankı bulmasının gayet doğal olacağını söylüyor. Kitabın içerisindeki on altı hikaye, hem tarihi gerçekleri göz önünde bulundurmanın hem de modern öykünün imkânlarıyla kurmaca bir metin yaratmanın güç olsa bile imkânsız olmadığını kanıtlar nitelikte.

Isparta’nın hikaye etme tekniği her ne kadar geleneksel çizgide seyretse de kurgunun yeniliklere ve özellikle postmoderne bakan yüzü oldukça dikkat çekiyor. İslam tarihinde yer eden önemli olayların ve Şark anlatılarının modern öykü gündemine taşınmış olması, son zamanlarda üzerinde konuşulması gereken “büyük anlatılardan kopuş” meselesini de gündeme taşıyacak diye düşünüyorum. Zamanla parçalanan, dönüşen ya da itibarsızlaştırılan büyük anlatıların yeniden okunup yorumlanmasının ve bu anlamda bir anlatı bilincinin geliştirilmesinin adeta bir zaruret halini aldığı açık. Robert Fulford, Anlatının Gücü isimli kitabında “Büyük Anlatılar ve Tarihin Örüntüleri” başlığıyla ciddi tespitlerde bulunmuştu. Yeri gelmişken kısaca değinmek istiyorum.

Büyük anlatıların değiştirilemez ve çürütülemez bir gerçekliğin özgüveniyle konuştuğunu söyleyen Fulford, böyle olmasına rağmen anlatının daimi bir değişim gösterdiğine de dikkat çeker. Hatta buna örnek olarak batı medeniyetinin en büyük anlatısını, yani İncil’i örnek gösterir. Durum kutsal bir anlatıda dahi böyleyken, büyük isimler ya da olaylar etrafında gelişen ve toplumun kolektif bilincini yansıtan diğer büyük anlatılar da aynı değişime ve dönüşüme fazlasıyla maruz kalacaklardı şüphesiz. Bu dönüşümü bir noktaya kadar doğal karşılamak mümkün. Fakat günümüzde büyük anlatı geleneğini tamamen ya da kısmen yadsıyan bir bakış açısı da hâkim.

Yani okuru yalnızca metnin kendi gerçekliğine ikna etmek için uğraşan yazar, öte yandan hayatın ve tarihin bazı gerçekliklerine kayıtsız kalabiliyor. Hatta ikna etme uğraşının bile çok da ciddiye alınmadığı, tam aksine okurun süreğen bir kararsızlıkta, yer yer de kötücül bir çözümsüzlüğün ortasında bırakıldığını görüyoruz. Bunun çok da doğru bir tutum olmadığını Fulford şöyle izah ediyor: “İkna edici bulduğumuz büyük anlatılar, diğer hikayelerden oldukça farklı bir biçimde bizi kendilerine çekerler. İzlediğimiz bir piyes, bakabileceğimiz bir resim ya da ziyaret edebileceğimiz bir şehir değildirler. Büyük anlatı, ikamet edilen bir mekândır. Orada yaşamak isteriz.”

Bu önemli tespitten hemen sonra büyük anlatı eleştirisine değinen Fulford eleştirinin ikna edici olmasına rağmen, geçmişi bu şekilde değerlendirmemizin bir anlamı olduğunu ifade ediyor. Fulford’a göre anlatı, bizim yaşam deneyimlerimizi taklit eder ve bu sayede geçmişteki olayları hem duygusal hem de entelektüel açıdan özümsememizi sağlar. Yani bir anlamda, kendimizi hangi hikayelerin parçası hissetiğimizi anlayabilme imkânı buluruz.

Kendisini hiçbir hikayenin parçası hissetmeyen küçük insan, etrafını sıkı sıkıya kuşatan ayrıntılarla, gündelik tarihle, şimdinin dar çerçevesine sıkışmış görünüyor. Öncesiyle bağını kopardığı için sonrasının pek de bir önemi yok gibi onun için. İsmail Isparta, Asr-ı Saadet yıllarından itibaren Müslümanlar arasında gittikçe artan anlaşmazlıkları ya da sahabelerin incelikli yaşamlarını öykü diliyle yeniden ele alırken aslında, günümüze de ışık tutuyor. Kendi küçük yaşantımıza o kadar dalmışız ki, aynı açmazların, aynı çözülmelerin bugün de yaşandığını göremiyoruz. Çağlar boyu anlatıla gelen, bizim de parçası olduğumuz bu büyük anlatının sonrası için ne kadar endişe duyuyoruz ya da ne kadar ümitliyiz? Sonrası’nda ne oldu, ne olacak? Hikayenin sonunu henüz dinlemedik.

Kitabın ilk öyküsü Persepolis, tasavvufun vazgeçilmez şeyh-mürit-tekke üçgenini ele alıyor. Alegorinin hâkim olduğu öyküde nefsin, akıl ve kalple, karanlığın aydınlıkla mücadelesi iç içe geçirilmiş anlatı parçaları halinde kurgulanmış. Yalnızca öykünün başlığıyla değil içerisinde geçen birçok motifle İran mitolojisine dair atıflar dikkat çekiyor. Döngüsel bir zamanın söz konusu olduğu Cabilsa isimli öyküden, fantastik bir anlatı olarak bahsetmek mümkün. Okur daha ilk anda masallara has bir dünyanın kapılarını aralıyor. Her şeyin soyut bir donmuşluk içerisinde seyrettiği, doruklarında gök yeleli ejderhaların uçuştuğu Kaf Dağları’yla çevrili büyülü bir diyar, babası cin, annesi insan olan olağanüstü bir varlık, Hızır ve İlyas ve hatta Hallacı Mansur gibi doğu muhayyilesine has birçok motifin, ortak hikaye etme unsurlarının ustalıkla bir araya getirildiğini görüyoruz.

Ebu Zer, tanıklık ettiği haksızlıklar karşında susmayan ve itiraz eden Ebu Zer El Gıfari’nin örnek yaşamını; Siyah Kuğunun Son Nağmesi, Hz. Muhammed’in vefatından sonra üzüntüsünden uzun süre ezan okuyamayan Bilal Habeşi’nin Medine’ye döndüğünde Hz. Hasan ve Hüseyin’in ricası üzerine yeniden Ezan-ı Muhammedi’yi okuyuşunu; Cemel, Müslümanların birbirine düştüğü Cemel Vakası’nı; Zülcenaheyn, Hz. Osman’ın şehit edilişinden sonra Hz. Aişe’nin etrafında toplanan bir grupla Hz. Ali taraftarları arasında yaşanan talihsiz çatışmayı; Nur ve Leke, Ammar’ın şehit edilişini; Sırat-ı Müstakim, Numan Bin Sabit’in karanlıkla olan mücadelesini anlatırken; Sihirli Lamba, Gerçeğin Peşinde, Alamut, Ebabil isimli öykülerde şark masallarının, hikayelerinin modern öykünün imkânlarıyla yeniden yorumlandığını görüyoruz.

Gül Sancısı isimli öykü ise biçim olarak diğer tüm öykülerden farklı bir yerde duruyor. Yazar adeta öyküyü şiire yaklaştırmış, yoğunluk, ritim ve imgesel tercihlerle kimi zaman coşkulu kimi zamansa hüzne göz kırpan bir anlatım ortaya koymuştur.

Anlatılan hikayelerde en dikkat çekici imge şüphesiz, çöl imgesi. Çöl, kızgın kumlar, develer… Yazar, okuyucuyu sık sık böyle bir çöle düşürüyor. Çöle düşmek demek, aslında insanın kendisiyle ya da geçmişiyle yüzleşmesi demek biraz da... İnsanın büyük yalnızlığı derinleştiğinde, içinin ve yeryüzünün uçsuz bucaksızlığı birbirine dokunur, birbiriyle kaynaşır.

Rilke’nin deyimiyle “yaşanan her günü ayrı birer yaşama dönüştüren bu sınırsız yalnızlığa, evrenle birleşmeye, tek sözcükle mekâna, görünmeyen, buna karşı insanın içine yerleşebileceği ve çevresini sayısız varlıklarla donatabileceği mekâna” tüm ruhuyla yönelir.

İsmail Isparta’nın öykülerini fantastiğe götüren yol, aslında Todorov’un bahsettiği “öznenin doğaüstü olay karşısında yaşadığı kararsızlık”tan doğmuyor.

Fantastiği sağlayan unsurlara bolca yer verilmiş olsa da okuru kararsız bırakacak muğlâk anlatılar değiller. Aksine her öykü bir mesaj taşıyor. Anlatının sonunda okuyucuya ya bir hikmet sezdiriliyor ya da yepyeni bir keşif kapısı aralanıyor. Bu özellik metnin geleneksel anlatıyla sıkı bağını ortaya koyması açısından dikkate değer. Cemal Şakar’ın Tekasür isimli hikayesi de böylesi bir fantastik anlatının başarılı örneklerinden. Şakar, hikayeyi şöyle bitirir; “Çölün sonsuzluğunda hecin develeri üzerinde iki adam, bir ışık seli içinde, kendi rüyalarımızın içinde, gidiyor, gidiyorduk.” Sonsuzluğun içinde gitmek, bir güzergâha doğru yol almak var, ancak yitmek, kaybolmak, kararsızlıkla sürüklenmek yok. Aynı durumun Isparta’nın öykülerinde de var olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Sonrası, sonu henüz anlatılmamış büyük bir hikayenin parçası olmaya davet ediyor bizi. Okumalı ve bu hikayenin aslında neresindeyiz, görmeli…