Gece insanları
Bu yedi günde dünya sanki yeniden yaratılmış gibiydi. Kollarım arasında uykuya dalan kızımı hamağa yatırdım, bu defa minder de koymuştum içine. Yükselen güneşi izledim, kaçışan gece insanları artık yoktu, belki de olmayacaktı.
Zehra’ya, saçlarına...
Hamağın içine iyice yerleştim. Gözümü iplerin birbirini kestiği o biçimsiz boşluğa dayadım. Her zamanki gibi yanı başımda dikilen gece insanlarına baktım. Bu durum gün geçtikçe alışkanlık hâline gelmeye başlamıştı, hem onlar hem de benim için. Giderek kararan tenlerinin aksi bir dinçlik kattığı vücutlarıyla öylece, kıpırtısız dikiliyorlardı. Usulca çantama uzandım, o gün bulduğum yeni tahtayı çıkardım. Bakışları elimin hareketini takip ediyordu, gözleri hariç her yeri taş olan heykeller gibiydiler. Tahtayı diğer elime geçirip yine aynı uysallıkla bu defa çakımı çıkardım. Bakışlarımı onlardan ayırmıyordum, onlar da parmaklarım arasında gecenin tüm ölgünlüğüne rağmen inatla parlayan çakıdan. Tahtayı oymaya başladığımda gece insanlarını unutmuştum.
*
Her vasat felaket sonrası filminde olduğu gibi başlamıştı her şey. Ben daha farklı olacağını düşünüyordum eğer öngördükleri gibi bir facia yaşanacaksa. Ama olup bitenler klişeden ibaretti, oysaki bu noktaya gelmeden önce yaşanan ve insanların yıllardır böyle bir şey bekliyormuş gibi kabullenip hayatlarının bir parçası haline getirdikleri onca tuhaf ve garip uygulamadan sonra bu olanlar çok basit kaçıyordu. Önce maske takmak herkesin normali olmuştu, daha sonra insanlar sosyalleşebilmek için mesafeye ihtiyaç duymuştu, bir buçuk iki metrelik mesafelere sığmaya başlamıştı hayat. Tüm bu yeni normaller, olmak zorundaydı. Çünkü doğum ve ölüm olarak iki tarih ile tanımlanan hayat, devam ediyordu ve öğrenilmiş bir şeyden ziyade tecrübe edilerek ilerlenen bir labirente daha çok benziyordu. Herkes bu ikinci tarihten kaçmaya çalışıyordu, bu iki rakam kümesinin arasını ne kadar daha açabilirler, onu bulmaya çalışıyorlardı.
O gün hastane yatağında gözümü açıp karşımda hareketsiz ve henüz kararmamış teniyle bana bakan önlüklü, maskeli adamı gördüğümde ilk gece insanı ile karşılaştığımı bilmiyordum. Buna bir anlam verememiş, haftalardır süren tedavi sonrası yeni gelen bir doktor sanmıştım. Kısa aralıklarla her uyanışımda bir başka maskeli adam oluyordu öncekinin yanında. Rüyadayım sandım önce ama bilincim ısrarla tekrar uyumayı reddedince mahmur gözlerle uzun süre izledim odanın dar kısa koridoruna birikmiş bu insanları. Saf bir umutla beni taburcu etmek için düzenlenen gösterişli partinin katılımcıları olarak düşünmüştüm bir ara, ne de olsa önceki gün hemşire kulağıma bu hafta taburcu olabileceğimi ve yeryüzünde virüsün etkilediği son hasta olduğum için dış basın dâhil birçok katılımcının olacağı bir parti düzenleneceğini söylemişti.
- Dedim ya gerçekleşmeyen her şeyde olduğu gibi saf bir umuttu. Sessizlikleri ve sabit bakışları çekilmez olmaya başlamıştı. Ne söylesem cevap vermiyorlardı. Giderek bir otobüse yerleşir gibi koridora sıkışıyorlardı. Koridorda ne kadar kişi olduğunu bilmiyordum ama sahile vuran küçük bir dalga gibi bazen bu hareketsizlik bölünüyor arkadan gelen bir mukavemetle en öndeki, gördüğüm ilk gece insanı yalpalıyordu ama ne olursa olsun tek bir adım atmıyordu durduğu yerden. Oksijen maskesinin boğduğu sesim tahammülünü yitiriyor, daha da yüksek çıkmaya başlıyordu. Sesim beni terk etmiş ,bireysel bir isyana girişmişti sanki. Sadece bakmakla yetinen bu insanlara bağırıyordum artık ama bu beni tüketiyordu. Soluklanmak için dakikalar geçmesi gerekiyordu. Huzursuz kısa bir uykudan uyandığımda gecenin ilerlemiş olduğunu gördüm, odanın ışıkları açık kalmıştı. Önce tavanda, puslu bir camın ardından yayılan ışığı izledim.
Gücüm yerine gelmişti. Koridora doğru baktım, hâlâ oradaydılar. İlk gece adamının önünde onu gördüm, heyecanla doğruldum, tüm o bakışlar da benimle beraber hareket etti. Ayaklarımı yataktan sarkıtıp ona seslendim ama diğerleri gibi bakmakla yetindi. İşte garip ve korkutucu olay o an gerçekleşti, ayağımı sarkıtıp yere değdiğim anda. Sıkıştırılmış bir insan kümesi patlamış gibi bu sabit bakışlı insanlar bana doğru harekete geçti. O kadar ürkünç ve tehdit doluydular ki hemen yatağın üstüne geri attım kendimi. Parmağımın o ufacık dokunuşu zeminden koptuğunda eskisi gibi sabit kaldılar bulundukları konumda. Bu ruhsuz, etten robotları çalıştıran devreyi sanki parmak ucumla tamamlamış, onları canlandıracak akımı göndermiştim. Beni en çok korkutan ve şaşırtan onun da saldırıya geçenler arasında olmasıydı. Küçük boyuyla eğer kendimi yatağın üstüne çekmesem bana ulaşacak ilk kişi o olacaktı.
Sonraki birkaç saat beni tehdit eden şeyin ne olduğunu kavramaya çalışıp durdum, yine parmağımı değdirdiğimde saldırdılar ve yine teması kesince durdular. Neyden korkuyordum? İnsan üzerine gelen bir kalabalık görünce neden korkar, bu içimize işlemiş ilkel bir korku mu? Merakın giderilmemesi, ölüm gerçeğinden daha mı kuvvetli? Bu düşüncelerle uykuya daldığımda, güneşe ait olmayan bir ışığa doğru koşan insanların olduğu bir rüya gördüm. Sabah uyandığımda odada benden başka kimse yoktu. Onun durduğu yerde ise kanatları kırılmış tahta, oyuncak bir uçak vardı.
*
Sabah uyandığımda yine hamağın içine bir minder uydurmam gerektiğini hatırlatan ağrılar geziyordu sırtımda. Sabahın taze nefesi aktı içime. Gerindim. Hamağı topladım. Arabaların gelişigüzel dizildiği açık otoparkı görebiliyordum durduğum korudan. Tekerleği olan hiçbir taşıma aracını kullanamadığım için kendime kızdım. Hamağın altına birikmiş talaşları ayağımla dağıtıp açılan boşluğun merkezine gece oyduğum yeni uçağı koydum. Yakındaki markete kahvaltılık bir şey almak için girdim. Marketin tek sağlam camında maskesiz içeri girilemeyeceği yazıyordu. İnatla uyarmaya devam ediyordu insanları. Ama gün ışığında bu yazıyı okuyabilecek bir tek ben vardım ve maskemi atalı çok olmuştu. Raflara iştahsız bir şekilde bakındım. Meyve suyuna uzandığımda içimi, orada bulabildiği her şeyi yıkmak ister gibi sahipsiz, ölü bir el yokladı. Nereye gidiyorsun diyordu sahipsiz, ölü bir ses. Her adımımda bana çelme takmaya çalışıyordu sahipsiz, ölü bir ayak.
Sıkıntıyla ayrıldım oradan. Sahile inip boğaz manzarasına karşı kahvaltımı yaptım. Denizin üzerinde bir taç gibi duran, belki de bir daha hiç kullanılmayacak köprüden yenik bir kahramanın pelerini gibi sarkıyordu dev bayrak. Yanındaki aynı cüsseli afişte ise "Biz bize yeteriz" yazılıydı. Alınan onca önleme rağmen kimsenin kimseye yetemediğini yeryüzünde bir tek ben biliyordum. Bilmek, huzur vermiyordu; içimde olduğunu sürekli hatırlatan bir kurtçuk gibi zihnimde dolaşıyordu. Dünyanın içine düştüğü bu devasa mezarın ne olduğunu, insanları öldüren bir virüsten sonra hastalığa yakalanmadıklarını sanan milyarlarcasının aslında gerçek hastalar olduğunu bir tek ben biliyordum. Bilmekten daha çok huzursuz eden diğer şey ise bilmemekti. Her gece yanı başıma dikilen o kadar insanın neden böyle yaptıklarını bilemiyordum. Ne olacaktı bana ulaştıklarında, kendileri gibi günden güne kararıp donuk bakışlı bir gece gezgini mi olacaktım?
- Peki ya güneşe neden çıkamıyorlardı? Dişsiz, tamamlanmamış bir vampirlik miydi onlarınki? Bu her gün amaçsızca etrafta dolaşmama neden olan iki nedenden biriydi. Diğeri ise onun varlığıydı; gece insanlarıyla beraber gelen, her gece içime çöken o sahipsiz ölü eli kalbimi kavramadan tutup benden uzaklaştıran oydu. Ben bana yetemiyordum, bana yeten oydu.
*
Dünyada kimse yoktu. Bu basit cümle içinde bir yıkım barındırıyordu. Hastaneden çıktığımdan beri tüm gün yürüdüm. Evime, ailemin yaşadığı ve gidebileceği her yere baktım. İnsanlar ölmemişti, sokaklarda ceset yığınları yoktu, ölmekten daha beter olmuştu tüm insanlık. O geceyi kapımı kilitleyip evimde geçirdim. Gece uyanıp yanımda onlardan birini göreceğim diye tedirgin oluyordum. Sanırım medeniyeti ilk terk eden elektrik olmuştu. Eğer olsaydı tüm ışıkları açıp öyle uyurdum ama evdeki birkaç mumla yetindim gece boyu. Bazen kalkıp gözetleme deliğinden bakıyordum ama karanlıktan başka bir şey yoktu ötesinde; bir kıpırtı görebilmek için dikkat kesildiğimde her an bir gözün karşı taraftan bana bakacağı korkusu doluyordu içime. Gece ilerledikçe o zar zor hissedilen devinimin tıkırtılarını duymaya başladım. Oradaydılar, tıpkı hastanede koridora yığıldıkları gibi bu defa kapımın önüne birikmişlerdi. Göremesem bile bunu biliyordum. Birden camdan aşağıya bakma isteği doğdu içime.
Kafamı camdan çıkarmama bile gerek kalmadan gördüm her şeyi, tüm sokak kafalardan oluşmuş bir yola dönüşmüştü. Kıpırtısız bir bekleyişle evimin önündeydi insanlıktan geriye kalanlar. Dehşetle kendimi yatağa attım, gün ağarana dek ne uyuyabildim ne de adımımı yataktan yere atabildim. Gece insanları gündüz her nereye gidiyorlarsa oraya gittiklerinde çıktım evden, ne yapacağımı bilmiyordum, nasıl devam edebileceğimi. Sokaklarda öylece, inatla bir insan görme umuduyla yine dolaşmaya başladım. Kabullenemiyordum. Bulabildiğim tüm eski gazeteleri okudum, hiçbiri geceleri çıkan bu tuhaf renksiz insanlardan bahsetmiyordu. Hepsi bir gün önce, son defa çıktıklarının farkında olmadan basılmıştı. Bir kaç tanesinde benimle ilgili haber vardı: "SON VİRÜS HASTASI".
- Şu an dünya için boş bir cümleden farksızdı. İçime yerleşen korkunun aksine dışım gayet iyiydi. Ağrılarım hafiflemiş daha rahat nefes almaya başlamıştım. Bazen hastalığımı unutuyordum. Birkaç ay öncesine dek hastalığın fikrinden, kendisinden korktuğumuzdan daha çok korkuyorduk. Ne tuhaf. Gece beni bekleyen şeylerin düşüncesi aklımdayken saatler hızlanıp zamanı daha çok sayıyordu sanki. Evimin sokağına döndüm. Kaldırıma oturup tüm gün onunla beraber gittiğimiz yerleri dolaştığımı fark ettim. Neyi aramıştım, kalbindekinden başka neyi arar ki insan? O an eve girmek anlamsız geldi. Onun ve diğer gece insanlarının dışarıda olduğunu bilerek eve saklanamazdım. Bana yaklaştıklarında hiç olmasa o sessiz bekçilerin yanında onu da görebiliyordum. Gün biterken ilk defa o an ağladım. Fazla vaktim yoktu, gidip en yakın arabanın içine girip bekledim, uzandım ama beni evin içinde olmaktan daha da sıktı kime ait olduğunu bilmediğim bu arabanın içinde olmak.
Arabadan çıkıp caddeye doğru yürüdüm. Güneş yorgun bir göz gibi kızarmış, üzerine kapanacak göz kapağına benzeyen ufka doğru kaymaya başlamıştı. Caddede bir spor mağazasının önünde aradığımı buldum. Baktığım şeyin tam önüne maske takmamızı rica eden ve her gördüğümde giderek daha çok sinirlerimi bozan o bilindik yazıdan vardı. Hırsla yerden bir taş alıp cama fırlattım. Müthiş bir haz verdi camın, birbiri içine yayılarak dağılan, artıp bir an kaybolan sesi. Camın yarısı attığım taşla aşağı inmişti, istediğim şeye kolayca ulaşabilirdim ama durmadım, yerden ikinci bir taş alıp hiç düşünmeden fırlattım. Bir başka taşı ararken, donup kaldım. Yerde, lekesiz, küp şeklinde bir tahta duruyordu. Yanına gidip ürkütmekten korktuğum bir kuşmuş gibi aldım onu. Az önce içimde kabaran vandallık yerini huzurlu bir sakinliğe bırakmıştı. Vitrindeki çantalardan birini alıp tahtayı içine koydum, mağazadan bir çakı aldım ve son olarak oradan ayrılmadan önce beni kendine çağıran vitrindeki hamağı topladım.
*
Tam yedi gün geçmişti hastaneden ayrıldığımdan beri, şimdi buradaydım, nerede olduğumu bilmediğim bir "burada"lıktı bu. Kahvaltımı bitirdikten sonra yürümeye devam ettim. Başka bir şey gelmiyordu aklıma. Oyabileceğim yeni bir tahta bulma umuduyla dolandım etrafta. İçimde kaçınılmaz olana doğru beni çağıran bir ses vardı, onun sesiyle konuşuyordu benimle. Tüm bu yaşanan klişelere rağmen benim içimde süresiz bir yaşama hevesi olmadığını biliyordum. Uzun bir yolculuğa çıkıp insanları aramayacaktım. O beni takip etmezdi, bunu içten içe biliyordum. Bir eliyle beni tutuyorsa diğer eli de bu şehirdeydi, kopamazdı buradan. Bulması için yerlere attığım ekmek kırıntılarına benzer tahta uçaklar, bu şehirle ikinci bağı olan o mezardan uzaklaştıkça peşimden gelmesine yetmeyecekti. Ölümle yaşam arasında kelimenin tam anlamıyla yarı ölü biriydi. Bir gece insanıydı. Artık kaçmıyordum bu gerçekten. Ve başka şeylerden de kaçmamaya karar verdim.
Bunu anlamak için yedi gün yetmişti bana. Tanrı insanı yarattı, insan altı gün yaşadı ve yedinci gün yoruldu. Bütün olup biten buydu. Yorgun, nefes alan tek insandım. Güneş memur edildiği gibi battığında hamağımda onları bekliyordum. Yedi gün boyunca solunum cihazından daha çok nefes aldırmıştı bana bu ipten yatak. Elimde bir tahta parçası tutuyordum, oymak gelmemişti içimden, insan görmek istedikten sonra bir tahta parçasının içinde de görebilirdi uçağı. Ben onu gece insanına dönüşmüş bu yeni hâlinin içinde de görüyordum, her ne kadar değişmiş, teni solup kararmış olsa da o hâlâ oradaydı. Ay gökyüzünde dev bir spot ışığı gibi yükseldi. Binaların arasından yürüyüşe çıkmış bir grubun sakinliğiyle bana doğru ilerlediklerini rahatlıkla görebiliyordum. Her zaman olduğu gibi en önde o vardı, sanki herkesten önce bana ulaşmaya çalışıyordu. Buna inanıyordum. Beş dakika bile geçmeden yükselen sel suları gibi etrafımı sardılar.
- İnsanlardan oluşmuş bir denizin ortasında hamaktan bir adadaydım. Etrafımdaki o kadar insana rağmen bir tek ona bakıyordum. Saçları lüleler halinde omzuna dökülüyordu. Onu hastanede gece insanlarının arasında gördüğüm günden önce bir aya yakın görmemiştim, karantinadaydım ve görüntülü olarak son konuşmamızda takılı olan o tüllü tek toka vardı yine saçında. Hamaktan doğruldum, ayaklarımı sarkıttım. Bilmekten vazgeçip bilinmezliğe doğru adımımı attım. Hamaktan inince ona doğru koştum, diğer gece insanları ellerini uzatıp beni yakalamaya çalışıyorlardı, hepsinden sıyrılıp onun küçük bedenine, kalbine kavuşmak için koştum. O kısacık mesafede kader yine son klişesini gösterdi, hayatım gözümün önünde akmaya başladı ama ben tüm o peş peşe yığılan görüntüler arasından ona ait olanları seçtim. Onu sırtıma alıp kollarımı iki yana açarak bir uçak gibi savrulduğumu gördüm.
Karımın iş seyahatine gitmeden önce iki gözüm var biri sen diğeri o dediğini... Sonra düşen uçağın içinden kurtulan olmadığını bildiren bir spiker sesini... Üçten ikiye düştüğümüz, üçten hiçe düştüğümüz o günü... Sonra günden güne büyümesi geldi gözümün önüne. Annesi ile ilgili sorular sorması, uçak kazasını duydukça hırslanması, ben araba dahi süremezken onun pilot olacağını söyleyip durması... Sonra ona, oyduğum ilk tahta uçağı verdiğimdeki sevinci, kalbimi kalbiyle boğması... Sonra kuru, duygusuz bir sesin testimin pozitif çıktığını söylemesi, sonra kalbimin onun küçücük kalbinden uzaklaştırılıp karantinaya alınışı... Bir gözyaşı gibi peş peşe geliyordu hatıralar. İnsanın hafızası ağlar mı? Ona kavuşunca gözlerimi sıkıca kapatıp sarıldım. Bana dokunan elleri, saran kolları hissediyordum. Soğuk bir ten ve nefes bekliyordum, ama içime sıcak bir his doldu.
Üzerime kapanan bu insan heyelanının beni o karanlık, donuk bakışların ardındaki yere götürmesini bekledim ama etrafımdaki karmaşa, devinim artacağına giderek azaldı ve durdu. Merakla gözümü açtığımda, onun bana baktığını gördüm. Uykudan uyandığındaki gibi yarı inik göz kapaklarıyla mahmur bakıyordu. Ay ışığında tenindeki karanlığın giderek çekildiğini ve beyaz teninin eski canlılığına kavuştuğunu görebiliyordum. Şaşkınlıkla etrafıma baktım. Diğer insanlar da kendilerine gelmenin garipser havasıyla giderek eski rengine kavuşan tenlerine bakıyorlardı. Gecenin ardından koşarak gelmiş gibiydiler. "Baba" dedi bir ses, bakışlarım çarpılmış gibi ona döndü. Her uyandığında yaptığı gibi bana sokuldu, içgüdüyle sardı kollarım onu "Baba," dedi "Seni çok özledim." İyice sokuldu bana "Ben de seni çok özledim canım kızım" dedim. Öylece birbirimize sarılmış bir şekilde durduk. Etrafımızdaki insanların şaşkınlıkları, merak ve paniğe dönüşünce ailelerini ve sevdiklerini bulmak için uzaklaşmaya başladılar.
Kimse benim farkımda değildi. Az önce ne olduğunu anlayamıyorlardı. Kaçtığım bilinmezliğin aslında onları tedavi edecek yegâne dokunuş olduğunu benden başkası bilmiyordu. Bu yedi günde dünya sanki yeniden yaratılmış gibiydi. Kollarım arasında uykuya dalan kızımı hamağa yatırdım, bu defa minder de koymuştum içine. Yükselen güneşi izledim, kaçışan gece insanları artık yoktu, belki de olmayacaktı. Ben bu virüsün son hastasıydım ve adını bilmediğim bir başka hastalığın tedavisi olmuştum. Ben... Herkese yetmiştim.