Yılanlar kafası kesilmeden ölmezler
Yazar, çocukların ufak tefek haylazlıklarını öyle gerçekçi yansıtmış ki olaylar gözümüzün önünde yaşanıyormuş gibi seyrediyor, kurguya dâhil oluyoruz. Öykü geçişlerinde dahi yüzünüzdeki mütebessim ifade kaybolmuyor.
Murat Nedim'in son kitabı, İstanbul'un Son Yılanı Nasıl Öldü, raflardaki yerini aldı. Gönül bağıyla birbirine bağlanmış on bir öykü, mahallesinin kıvrımlı yollarında koşan küçük bir çocuğun omuzlarında neşeli bir şekilde etrafı seyrediyor. Siluetleri perdelere işlemiş karakterlerimiz de bir bir sokağa dökülüyor. Biz okuyanlar da, yazarın tabiriyle "duyanların zihinlerini zorlayacak, yüzlerini güldürecek, kalplerini titretecek" duygu geçişleriyle bu maceranın onur konuğu oluyoruz. Öykünün içinde, karakterlerin yanında eriyip gidiyoruz. Manyak Muzo, meşin topun kahramanı olduğunda onunla sevincini paylaşıyor; kendini Polat Alemdar zanneden küçük deli Murat, mahalledeki Zeytinlik Meydan Muharebesi'ni kaybettiğinde acısına ortak oluyoruz. Hatta saçları papatya göbeği rengindeki iki kız kardeş Tuba, Tülin ve yanındaki alıklar ordusunun başına gelenlere de bizatihi şahit oluyoruz. Öyküye mizahın işlenmesi ciddiyet isteyen bir meseledir. Yapay bir dil kullanarak okuyucuyu öyküden uzaklaştırmak da mümkün, samimiyetin dozunu aşıp anlatının sınırlarını ihlal etmek de.
Nedim'in dili bu konuda takdire şayan bir dengede. Yazarın kendi yaşanmışlıklarını kurguya serpiştirmesini, takdim kısmında yer alan "Bu kitapta okuyacağınız hikâyeler ve karakterler tamamen gerçek hayallere dayanmaktadır." ibaresinden yakalayabiliyoruz. Yazar, çocukların ufak tefek haylazlıklarını öyle gerçekçi yansıtmış ki olaylar gözümüzün önünde yaşanıyormuş gibi seyrediyor, kurguya dâhil oluyoruz. Öykü geçişlerinde dahi yüzünüzdeki mütebessim ifade kaybolmuyor. İstanbul'un mahalle kültürünün devam ettiği ve betonlaşmanın henüz yüz tuttuğu zamanların birinde, mahalledeki çocukların top oynadığı çimenliğin hemen bitişiğine, devasa bir inşaat çukuru açılır. Çocuklar hayatlarında ilk defa kocaman bir vinç ile karşılaşırlar. Her şey tıkırında ilerlerken bir anda inşaat yarım kalır. Bitmeyen inşaat için muhtelif söylentiler dolaşır, ancak en baskını müteahhitin belediyeye verdiği rüşvetin az olmasıdır.
- Gel zaman git zaman o çukurlara yağmur suyu dolar. Çukurun etrafında maymunluk yapmayı seven çocukların ise gözüne bir şey takılır: "Çok güzel parlak ve anlamlı bir yılandı. İstanbul'un son yılanıydı. O kadar iş makinesinden kurtulup bize yakalanmıştı." Yılanın zehirli olduğunu düşünen çocuklar, kafasını kesmek için balta arayışına girer ve şöyle derler: "Yılanlar kafası kesilmeden ölmezler." Öyküyü bize anlatan çocuğun dedesinin bahçesinden baltayı alan Dobilyon, tam yılanın kellesini uçururken bir çığlık duyulur. Ama çok geçtir. Ezgi isminde bir kız ağlamaklı bir şekilde yanlarına koşar; yılancığın da bir canlı olduğunu, belki yaşamak istediğini, belki onun da çocuklarının olduğunu söyleyerek yapılmak istenene karşı çıkar. Anlatıcı karakteri, mahalleden öğrendiği merhamet duygusu ve Ezgi'nin bu durum karşısındaki tepkisi derinden etkiler. Ertesi gün cinayetin mahallinde dedesinin tespih ipi ve iğnesiyle –tiksinerek de olsa- yılanın başını gövdesine diker.
Mahallesine beton inşaatı vesilesiyle giren ve bu inşaatın içinde öldürülen, hatta İstanbul'un son yılanı sayılan bu hayvan, aslında büyük bir alt metne peyda olmuştur. Her ne kadar betonlaşmanın önüne geçilemese de, merhamet durdurulamaz bir olgu olarak çocukların yüreklerinde var olmaya devam edecektir.
Bu yüzden, yazarın bize verdiği mesaj da, onun hikâyelerinden bir hikâyenin içinde yaşadığımızı unutmamamız gerektiğidir. Yazarın öykülerindeki tanıdık karakterlere selam edip rahmet dilediği "Son Söz" kısmı ise bunu destekler niteliktedir.