Fantastikte Albastı
Misak, ayın on dördünde bu yılkılardan bir ikisini yakalar getirir, onları önce kar suyuyla yıkar, ardından bir karışım hazırlamaya başlar. Kınanın üzerine şarap döker, bülbül kanı ekler ve bu karışımı kulaklarına bir şey fısıldadıktan sonra atlara sürer. Kendisi de bu esnada “Suya gider allı gelin has gelin” türküsünü söyler.
Fantastik yerini beğenmemiş dünya anlatımı olduğu kadar görünenin arkasında bir yer olduğu varsayımına da dayanır. Bu sebeple ahlaki, politik temelli bir seçenektir. Postmodern içerisinde ise eğlencelik tarafı baskındır. Kesin cevaplarımızın yadırganacağı bu algı çağında fantastik neden vardır diye sorgulamak çeşitli kapılardan birine girip uzaklaşmak gibi bir sonuç verir herhalde. Ama şunu demekten kaçamayız. Bir öteleme ya da dönüştürme ihtiyacı için vardır fantastik.
- Dünyayı kendince eşitleyen internet ağı bu kavram çerçevesinde yerli bir fantastiği de kendi çekim dairesine hapsetmiştir. Bütün renk ve desenlere yer açarmış gibi duran ancak bunu kendi kaya ve betonlarıyla doldurduğu deniz alanı gibi bir noktada tutan postmodern, onu kendi belirlediği amacın dışına çıkarmamaktadır.
Bu apaçık dünyaya dönük bir tasarlamadır. Daima kendi ölüsünü anlatan ve onu bir döngü içerisinde canlandıran kurguya yaslanır adeta. Türk öyküsü kendi fantastiğini modernlikle beraber çok geriye ittiği için yazarlar bu anlamda beslenme kaynaklarını kopuk biçimde idrak etmişlerdir.
Bir öteleme ya da dönüştürme ihtiyacı için vardır fantastik.
Bu, Batı kaynaklı tedirgin edici fantastik ve onun yaslandığı cadı, büyücü anlatılarından gelen kurgunun üzerine yeniden düşünülmesi, kendisine ya da eskiye nasıl eklenileceğinin hesap edilmesi demektir. Böylelikle büyük ebeveynlerin anlatmaları ile hatırlananlar gecikmiş bir sevkiyat gibi belirmiştir.
- 1980 sonrası öykümüzde politik kırılmanın yarattığı travmayı işaret edercesine çoğalmaya başlayan fantastik, yerli örneklere ayağını daha çok basarken bu sosyoloji dikkatten uzak tutulmamalıdır. Metafizik ve ahlakilik bu dönem metinlerinde daha öne çıkar.
Bir anlamda bağ kendini korumuştur. 2000 sonrasında ise çoğaldıkça değişir ve bağlar da çeşitlenir. Yazımızın esası olan M. Fatih Kutlubay’ın “Misak’ın Aynaları” ile Gamze Arslan’ın “Manıklar” öykülerini bu yerli fantastik düzeyinden ele alırken yukarıda işaret ettiğimiz beslenme ve uzaklaşmaları görmemiz mümkün olacaktır.
“Misak’ın Aynaları”ndaki Misak, bir yetimdir ve adı gibi bir şeye kuvvetlenme bağlanma içeriğiyle canlanır. Öykünün kurgusunda, köy sakinleri ile Misak ve atlar vardır. Konu ve olay örgüsü fantastikle birlikte şöyle yürür: Köy, her sabah gökten düşmüşçesine tepelerde duran ve kişnemeye başlayan normal atların iki katı büyüklükteki yılkıların sesi ile uyanır. Taşrada fantastik de doğaya uygun olacak bir atmosfer hazırlanarak başlatılmış olur böylelikle. Köyün kopukları ona “Lan Misak bu atlara senin fısıldadığını diyolar, ne diyon?” (99) alayıyla yaklaşırlar ve öyküde doğanın üstüne çıkış başlar. Öykünün anlatıcısı, boyu dut ağacına yetişince Misak abisine yılkıları eğitmesi için yardım edecek çocuktur. Misak, yılkılara karşı bir deli sevda taşımaktadır. Misak, ayın on dördünde bu yılkılardan bir ikisini yakalar getirir, onları önce kar suyuyla yıkar, ardından bir karışım hazırlamaya başlar.
- Kınanın üzerine şarap döker, bülbül kanı ekler ve bu karışımı kulaklarına bir şey fısıldadıktan sonra atlara sürer. Kendisi de bu esnada “Suya gider allı gelin has gelin” türküsünü söyler. Ardından çeşit çeşit güzellikte aynalar bağlar atlara.
Öykünün tamamen fantastiğe dönüştüğü yer burasıdır. Okur, bu gizemin aslını çocuğun annesinden öğrenir. Misak, atlarla büyümüştür. Bir gece kızıl renkli Şimşek adlı atın üstünde “yeni sağılmış süt beyazında, kızıl saçlı bir kız” görür. Seslenir ama kız duymaz, atla birlikte dağlara doğru gider. At döndüğünde yelesi ve kuyruğu belik belik örülüdür ve “kızın omzu kadar, dolunayın şavkı kadar beyaz köpükler” içindedir. Misak, o kıza tekrar gelsin diye kızıl renkli atlar hazırlar ve bir de o sabah sesini duyuramadığı için arkada kalan kendisini görsün diye atların yelesine kenarları işlemeli aynalar takar.
Olay akışındaki fantastik, yılkıların Misak’a hakaret eden köyün kopuklarından birisini tepelemesidir. Buradaki fiilin ortaya çıkışı güçsüze metafiziğin yardımıdır ve kötülüğün cezalandırılması kalıbını içerir. Fantastiği besleyen diğer fiiller atların yıkanması, boyanmasıdır. Bunların hepsi peri kızı diyebileceğimiz hikâyede toplanır. Bu peri kızı, Albastı efsanelerindeki bazı epizotlarla benzerlik gösterir.
Daha çok loğusa kadınlara musallat olan Albastı onların dışında
atları da rahatsız eder, bazen bir kısrağa binip sabaha kadar onu yorarak, bazen de bütün yelelerini veya kuyruğunu örerek (Şimşek, 2017: 110)
kendisini gösterir. Bu öyküde, efsanede çirkin tasvir edilen Albastı yerine güzel bir peri kızı vardır. Yani yazar onların yerini değiştirmiş olur. Doğrudan benzerlik gösteren taraf, atların yelesini örmesidir. Bu açıdan yerli fantastik belirgin bir aktarım içine girer. Köyde normal görülmeyen Misak, korku ögesi olan Albastı yerine peri kızı görür. Kutlubay’ın Albastı’nın özgünlüğüne yer verdiği öyküsü, cadı ve tekinsizlik adına “Sürüye Şifa Olan Mezar”dadır. Bayel Ağıtçıları romanını çağrıştıran öyküdeki fantastiği öncelikle atmosfer sağlar: Kuzey Kafkasya dağlarından esen rüzgâr, bir köydeki zorlu hayat, şifacı kadın Eley’in ölülerin ciğerini yemesi, geceleyin kurt ulumaları. Burada Eley, cadı karısı masal tipini çağrıştırır ve ölülerin ciğerini yemesi dolayısıyla Albastı’dır. Nitekim öyküde onu yakarlar. Bu göndermeler Kutlubay’ın dinlediği hikâyeleri yeni bir tasvir ve hareketlilik içinde aktardığı kanaatini oluşturmaktadır.
Fantastik onun öykülerinde daha çok kırsalda yerini bulmuş gibidir. Örneğin kadınları şehirde anlattığı zaman fantastiğin sadece ipuçları vardır. “Hüsrandağ”daki Elnaz Hanım’ın şehirdeki yalnızlığını çiçekleriyle gidermesi ve bir masal içinde yaşıyor gibi konuşması; “Ali, Aslan ve Picasso”daki yaşlı hayat kadını Suzan Hanım, bir türlü bitmeyen tablo, çatallı kılıç ve rüyadaki geçişin parçalı birlikteliği; “Memleket Turizm”deki anne ve yemek, modernin ve sekülaritenin izin verdiği kadar iyilik adına başka bir dünya kurma isteğini barındırır. Böyle düşünüldüğünde şehrin ve kötülüklerin karşısına doğa ile bitişik insan ve onun gizli dünyası konulmuş olmaktadır. Bu kadın anlatmalarını bir de kadına şiddeti esas tema yapan bir başka öykücü üzerinden fantastikle birlikte ele alabiliriz. Fantastiği bir anlatım biçimi olarak öykülerinde sıklıkla kullanan Gamze Arslan ilk kitabı Çerçialan’daki “Dudu ve Nimet” öyküsünde neredeyse bir cadı masalı anlatır. Hatta çok güzel olan Dudu, cadı tipiyle fizik olarak zıtlaşır ve Steinbeck’in Cennetin Doğusu’ndaki şeytani anneyi çağrıştırır.
- Yerli masallarda korku unsuru olarak kadın; cadı, üvey ana anlatmaları dolayısıyla böyle ürkütücüdür, ancak bu açıkça verilir.
Öyküde çağın şiddetinin, kadının cinsiyet taşkınlığı ile ifadesi şaşırtıcıdır. Arslan’ın, birçok öyküsünde cinsellik ve kadın şiddetine odaklanarak Eagleton’ın aslında kültür çalışmaları başlığında bir parça istiskal ettiği durağı odak seçmesi, siyaset çatışmalarının artık günümüzde kimlik çatışmalarına dönüştüğü yorumuna çıkar. Bir anlamda da bu postmodernin dayattığı bir temadır. Bu yazıda değineceğimiz öyküsü, ikinci kitabındaki “Manıklar”dır. Taşrada bir fantastik olan öykü kadına yönelik olumsuz davranışları yermek adına ilgi çekicidir. Ancak temayı işleyen örgü, korku filmlerindeki sahnelerin bir kolajını andırır. Köyün ebesi Sütleğen, kırk senedir köyde, tellerle çevrili çok büyük bir arazide kedi ve köpekleriyle ve iki yıldır da ölü doğdu diye kaçırdığı kız bebeklerle yaşamaktadır. Yer dolayısıyla ortaya çıkan yalıtılmış hayat ve hiç kimsenin oraya yaklaşamaması, kadının tuhaflığı olarak tekinsiz bir anlatım atmosferi kurmaktadır.
Kocası uzun yol şoförü iken bacaklarını kaybetmiş ve sonra ölmüştür. Aslında onun bacaklarını kesen ve öldüren karısıdır. Bu olay halkası, yazarın kocasını parça parça kesen kadını anlattığı “Küf Kokusu Olmalı İnsanda” öyküsündeki sahneyi hatırlatır. Buralarda Fransız korku filmlerindeki bir sahneyi izler gibidir okuyucu. Sütleğen, köyün bütün doğumlarına gidip kız çocuklarını eterle bayıltıp ölü doğdu göstererek evine getirir. Sonunda durum anlaşılınca on bir kız çocuğunu kocasının tırına, memelerinden sağdığı süt kavanozları ve manık dediği kedileriyle doldurup kaçar. Mezarlıktaki beyaz tüller sözde ölü çocukların başında sallanırken tekinsizlik yer dolayısıyla devam eder. Çağın şiddetini anlatmak adına bu kadar korkutucu ögeyi kırsalda kurmak yerinde değildir. Nihayetinde sözü edilen yer Anadolu’da bir köydür. İletilecek mesaj doğrultusunda bu kadar fantastik çok da önemli değildir biçiminde düşünebiliriz, ancak bu kez edebi eserin ölçüleri bakımından bir sınır problemi doğar.
- İlk sınır bir meczup veya dışlanmış birisinin anlatılmamasıdır. Kadın, kendi evine kimseyi yanaştırmıyor olsa bile kendisi herkesin evine girip çıkabilmektedir. İkincisinde olaylar “Ova Alev Alev” gibi bir coğrafyada geçmiyor. Diğer fantastik unsurlarla bu daha da açığa çıkacaktır.
Adı köylüler tarafından Sütleğen olarak konulmuş altmış yaşındaki kadın, memelerinden süt gelmesiyle hayat bağışlayan bir özelliğe sahip olmalıdır, ama sütleğen gibi zehirli oluşu bu yakıştırmayı geçerli kılar. Yazar tarafından kız çocuğu sevgisi ve erkek nefreti ile tanımlanan kadın şu haklı özelliklere sahiptir. Erken yaşta evlendirilmiştir ve kocasının ölen karısından sonraki eşidir. Kocasından dolayı çocuğu olmamış, üstüne kocasının hayvanlarla ilişkiye girdiğine şahit olmuş ve bunların üzerine taşranın boğuculuğunda zaten ölüme mahkûm gördüğü kız çocuklarını kurtarma isteğine kapılmıştır. Fantastik bu açıdan sert bir atmosferle gotik ögeleri üstlenir.
Örneğin cinsel açıdan yetersiz erkek, ölüme nasıl olsa gidecek kızlar, evdeki şiddetli kötü koku, bahçeyi dolduran kedi ve köpek sesleri, kadının meme uçlarına yapıştırılan manolyalar ve ıslaklık, eve uğrayan meczup Tarlakafa Hepsi bu tedirgin edici atmosferi kurar. Ama asıl soru şudur, yaşlı kadının bebekleri götürmesi kurtuluş mudur? Kız çocuklarının çıkışsız çizilmesi ve doğuramayan bir kadının analık hislerinin bir bedensel ihtiyaç olarak meme ve süt üzerinden tanımı yazarın mesajına dair zorlamadır. Bir açıdan bu kurgu, haksızlıklara dair bir yansıtma biçiminde de okunabilir. Ancak kızının doğumuna, güvenmediği için Sütleğen’i çağırmayan baba, kızı için yemek verir. Bu epizot kurgudaki boşluktur. Kızın doğumuna sevinen aile, onu neden bu kadar acımasızca yetiştirip Sütleğen’in yorumundaki bir hayata mahkûm edecektir? Yerli masallarda korku unsuru olarak kadın; cadı, üvey ana anlatmaları dolayısıyla böyle ürkütücüdür, ancak bu açıkça verilir. Masallardaki kötü kadın tipleri hayat vermek, korumak için değildir.
Öyküdeki köylülerin üzerinde baskı kuran altmış yaşındaki kadın, doğuramamış ama hayat veren bir korkutucudur. Yani o, yerli fantastikten çelişkili izler taşır. Ayrıca masallarda çocukları yutan devanası tipi vardır ve ancak onun memesinden emenler ondan kurtulurlar. Ancak öldürme yok etme eylemi bu kez emen çocuklara geçer. Bu yönüyle de öykü yerli fantastikten uzaklaşmış olur. Bu şekilde güncele aktarmak anlamında kız çocuklarına kırsalın önem vermeyişine dikkat çekmek için bir dönüştürme yapılmış olsa bile kadındaki tedirgin edicilik fazladır. Onu doğrudan cadı yapabilecek özellikler sıralanmış ardından iyiliğe doğru bir geçiş verilmiştir. Finaldeki kaçış ise sıradan korku filmlerindeki bir sahne gibidir. Diğer öykülerde de benzer bir dünya vardır ve hayatın kirli tarafları insan ve hayvan figürleri üzerinden anlatılır ve neredeyse hep bir öç alma ikilemi ile kurgu sürdürülür. Yukarıda da andığımız “Küf Kokusu Olmalı İnsanda” öyküsünde şiddet gören kadının kocasını öldürmesi ve steril bir hayat yaşayan Nezile’yi öldürme girişimi,“Tüzen Söz”de anne katli ve kız çocuğu, “Bimka”da buz tutan bir yerde üstüne beton dökülen hayat kadını, tedirgin edici fantastikle canlandırılmış kişi ve olayları içeren benzer öykülerdir.
- Yazar tarafından çağın kirliliği bu sert sahnelerle ve bolca olumsuz sıfatla eleştirilmektedir. Bu iki öyküden ve kısaca temas ettiğimiz diğer öykülerden çıkartacağımız sonuç, fantastiğin kurgulanmasında iki yön olduğudur.
Birincisi modern zamanlara ilişkin toplumsal yaralar dile getirilirken fantastik Batı’daki tedirgin edici atmosferle sunulmakta, ikincisinde yerli fantastik bir geçmiş zaman tortusu şeklinde sürmektedir. Sonuç, postmodernin dönüştürücülüğü karşısında yerli kültürün kendine ait bir alan kurmakta zorlandığı ama anlatılacak olanın iyiliğe dönüşmesi durumunda yerli fantastiğin doğal kalabileceği işaretini vermektedir. Bir başka deyişle modern ve seküler kültür, kendi sacayağı olan yeni hayat, ideoloji ve kimlik başlıklarını sürdürmektedir. Yerli olan ise geçmişle bağ kurmak adına bir arayış içindedir.
Kaynakça:
Arslan,Gamze (2016), Çerçialan, Varlık Yayınları, İstanbul.
Arslan,Gamze (2019), Kanayak, Can Yayınları, İstanbul.
Kutlubay, M. Fatih (2019), Misakın Aynaları, Ketebe Yayınları, İstanbul.
Şimşek, Esma (2017), “Türk Kültüründe ‘Alkarısı’ İnancı Ve Bu İnanca Bağlı Olarak Anlatılan Efsaneler”, Akra Uluslararası Kültür Sanat Edebiyat Ve Eğitim Bilimleri Dergisi, S. 12, 99-115.