Deneyim Öykünün Neresinde?

BÜLENT AYYILDIZ
Abone Ol

Özellikle sanal çağda “deneyim” daha da işlevsiz hale gelmiş, deneyimin yerini hazır bilgi ve kopyalar almıştır. Peki gerçekten de hayatla kurduğumuz organik bağlar gevşediği, deneyim aktarma önemsizleştiği için hikâye anlatıcılığı anlamını yitirdi mi? Ya da işlevi tamamen yok olmasa bile hikâyeci bu durumdan nasıl etkilendi?

Walter Benjamin’e göre hikâye anlatıcısı şifahen kişiden kişiye ya da kuşaktan kuşağa aktardığı deneyimleri malzeme olarak kullanır. Uzaklardan gelip az bilineni ya da görülmemiş, duyulmamış olanı anlatan hikâyecinin yanında, kendi toplumunun içinde yaşayıp, kendi geleneklerini ve insanlarını gözlemleyerek çıkardığı malzemeyi anlatan iki tip hikâyeciden bahseder. Bunlardan ilkini denizciye, ikincisini de yerleşik hayatına devam eden çiftçiye benzetir. Denizci sürekli yeni keşiflerin, türlerin ve biçimlerin peşindeyken, çiftçi olduğu yerde derinlemesine yorumlamalar yapar. Fakat Benjamin’e göre bu iki tip hikâyecinin de modern dünyada işlevi kalmamıştır. Zira anlatılacak ve aktarılacak olan “deneyim” anlamını yitirmiştir. Özellikle sanal çağda “deneyim” daha da işlevsiz hale gelmiş, deneyimin yerini hazır bilgi ve kopyalar almıştır. Peki gerçekten de hayatla kurduğumuz organik bağlar gevşediği, deneyim aktarma önemsizleştiği için hikâye anlatıcılığı anlamını yitirdi mi? Ya da işlevi tamamen yok olmasa bile hikâyeci bu durumdan nasıl etkilendi? Benim cevabım, her ne kadar Benjamin’in kastettiği deneyim değerini yitirse de hikâye anlatıcısı başka formüller ve farklı katmanlardaki deneyimler üzerinden tahkiyesine devam ediyor.

Taşırken Yolda Dökülen Deneyim

Benjamin teknik araçlarla yeniden üretimin sanat eserinin değerini düşürdüğünü söylüyor. Ona göre, yeniden üretim, sanat eserini nesnel biricikliğinden ayırır, kendine has “aura”sından sıyırır ve eserin içinde anlam kazandığı geleneğin ve kültürün yorumlamasını siler. Kopyalanan eser farklı kültür ya da medyumlarda (medium/ortam) kendi anlamından kopartılarak çeşitli yorumlamalara maruz kalır. Öte yandan, yeniden üretim sanat eserini ve sanatı ideolojinin ya da iktidarın tekelinden kurtarıp halka arz ettiği için demokratik bir ortam sunar. Bununla birlikte herkese ulaşan eserin değeri ve eser anlayışı çeşitli dozlarda aşınmalara uğrar. Teknoloji ve teknik çoğalmanın tetiklediği postmodern kurgu farklı biçim ve teknik arayışına girmiş bir tür. Sosyoloji, felsefe ve tarih gibi bilim dallarını da içeriğine katarken bilimin süregelen yöntemlerini, verilerin doğruluğunu ve gerçekliğini sorgulayarak kendine malzeme üretir.

Marksist ve Hegelci felsefe, yapısalcılık sonrası kuramlar, Büyük Anlatıların çöküşü ve hipergerçeklik gibi postmodern teoriler “gerçek” ya da “hakikat” terimlerinin güvenilirliğini ve otoritesini sarstı. Herhangi bir deneyime birinci elden ulaşmak imkânsızlaştı. Bir sanat eserine doğrudan etkileşime geçmek gibi bir lüksümüz yok. Bunun yerine, o eserin etrafında yumak oluşturan ikinci el görsellere, haberlere ya da bilgilere temas etmek zorunda kalıyoruz. Çevremiz kopyanın kopyalarıyla sarılı, Baudrillard’ın önermesiyle, işaretler ve semboller gerçekliğin yerini aldığından, insanlar bir simülasyonun içinde yaşıyor. Deneyimlediğimizi sandığımız şey, farkında olmasak da “miş gibi”den ibaret bir ortamda gerçekleşiyor. Somali’de geçen bir hikâyeyi anlatmak için anlatıcının Somali’de bizatihi bulunmasına gerek yok. Filmlerden, kitaplardan ve internetten alınan bilgiler okuyucunun gözünde inandırıcılık kazandırabiliyor. Ten rengi siyah insanların ve ilkel kabilelerin bir tasviri “Somali” oluveriyor. Bir başkası da bu öyküden esinlenerek benzer bir Somali tasviri yaptığında, karşımıza çıkacak Somali, kopyanın kopyasının kopyası olur. O zaman, mimetik dünyada var olduğunu bildiğimiz Somali nerede?

Kaldı ki deneyimi, olduğu gibi aktarabilmenin önünde dil, bilgi, gerçeklik ve metinsellik gibi engeller bulunuyor. Halihazırda gerçekten deneyimleyebildiğimiz bir duygu, hadise ya da süreç olduğunu kabul etsek bile, aktarma aracı olarak kullandığımız ortam (öykücüler için bu ortam dil oluyor) anlamı ya da tecrübenin kendisini aşındırıyor. Batılı felsefeciler bunu zaten belirtti. Mesela, Jacques Derrida’ya göre metnin dışında hiçbir şey yok. Dildeki gösteren (signfier) ile gösterilen (signified) arasındaki keyfîlik (arbitrariness) ve ikili karşıtlıkların (binary opposition) olmayışı dilin dış dünyayı yansıtmada yetersiz kalmasına sebep oldu. Metin sadece kendini anlamlandırabilir. Buna ek olarak Roland Barthes metnin yazarının da bilinemeyeceğini savunur. Konuşan yazar değil, metindir, çünkü “dil ‘özneyi’ bilir, ‘kişiyi’ değil. Onu tanımlayan sözcenin dışında hükümsüz olan bu ‘özne’ dilin birleştiriciliğiyle yetinir.” Bu yüzden “gerçek” sadece dilsel manada mevcuttur.

Taşıdığımız Şeyi Deneyim Sanmak

Otantik ya da orijinal olan deneyimin bir medyum (medium/ortam) aracılığıyla aktarılırken deneyim olmaktan çıktığını akılda tutarak, daha fazla teknik detaya girmeden soralım, anlatıcı anlattığı deneyimleri nereden elde ediyor? Yazarına göre değişir. Belki sadece ve sadece kendi yaşadığı deneyimleri yazan/aktaran anlatıcılar vardır. Kimi öykücüler Somali hakkında bir şeyler yazabilmek için uçağa atlayıp Afrika’ya yollanabilir. İsterse Beşir Fuat gibi sadece gerçek deneyimini yazmak adına bileklerini kesebilir. Fakat günümüz okuyucusunun ve yazarlarının internete ve Google’a maruz kaldığı bir dünyada “deneyim”in anlamı çoktan değişti.

Bunun ilk ve en bariz etkisi fotoğraf makinesinin icadından beri mevcut. Eskiden, denizci benzetmesine giren anlatıcının gezip gördüğü yerler, farklı insanlar, karşılaştığı şeyler merak unsuru olduğu için okuyucunun ilgisini çekmekteydi. Uzun uzun tasvirler, anlatılan manzarayı tahayyül edebilmek için elzemdi. Fakat fotoğrafın teknik araçlarla çoğaltılıp her yere yayılmasıyla, uzak bir ülkenin detaylı tasvirini yapmak gereksizleşti. En azından merak unsuru zayıfladı. O zaman Somali’yi anlatmak için Somali’ye gitmeye de gerek yok. Okuyucunun buna ihtiyaç duymamasının bir diğer sebebi de artık her yere ulaşımın çok daha kolay olması. Uzak diyarların gizemi kalmadığına göre anlatıda yer kaplaması makul olmayabilir.

Deneyimlenemeyene Yönelmek

Mimetik dünyadaki herhangi bir yeri görmek istiyorsak internetten bakabilir, hiçbir önem arz etmeyen bir sokağı üç boyutlu şekliyle izleyebilir, hatta simülasyon olarak üzerinde yürüyebiliriz. Tabii bu deneyimlerin hiçbiri “gerçekten” de deneyim değildir. Kurmaca bir anlatıda uzun tasvirler eridiği gibi, artık bu dünyanın anlatılmadığı evrenlere geçiş ilgi görmeye başladı. Neden? Çünkü internetten edinemeyeceğimiz tek bilgi, uçakla gidemeyeceğimiz tek yer yazarın kurgu dünyası. Gelsin paralel evrenler, gitsin Mars istilaları. Fotoğrafın icadından önce de bilimkurgu ve fantastik türde eserler yazılmış olsa da sanıyorum günümüzde fantastik anlatıların yükselişe geçmesinin sebeplerinden biri de bu. Okurun mimetik dünyada dolaylı yoldan deneyimleyemediği çok az şey kaldığından, yazarın bizatihi deneyimleyemediği hayal dünyası değerini artırdı. Fantastiğin tam tersi istikamette Knausgaard’ın Kavgam kitabına olan rağbet, günümüz insanın bir deneyimi hissetmesi için ancak bir başka hayatı en kılcal detaylarına kadar okumasıyla ilgili olabilir.

Edebiyat ve sanat içinde bulunduğu zamanın kalıbında şekillenerek ilerliyor. Fotoğraf makinesi çıkınca, realist ressamların yerini, fotoğrafın yakalayamayacağı tarzda resim yapan dışavurumcular alıyor. Google amcanın bütün bilgelerin üstünde olan bilgisi anlatıdaki detaylı bilgileri gereksizleştiriyor. Bir zerre bilgi aktarmaya çalışan yazar malumatfuruş olmakla eleştirilip, Viki’den kopyala yapıştır yapmakla suçlanıyor. Okurun internetten elde edebileceği bilginin kurmacaya girmesi sakıncalı hale geliyor. Yazar kaynak taraması yaparak muhtelif yerlerden edindiği bilgiyi toparlayıp farklı bir sunum yaparsa belki dişe dokunur bir şey çıkabilir. Fakat günümüz yazarının Google sayesinde, Google’a rağmen bir şeyler yazabilmesi gerekiyor. Nasıl fotoğraf realist ressamları öldürdüyse, Google da ansiklopedik ve görsel bilgisini aktaran yazarı öldürdü. Şimdi de akıllı telefonlar fotoğraf makinesini öldürüyor. Herkes kendince bir kompozisyon yaratıp çektiği fotoğrafı internete, hesabına yüklüyor. Kopyaların kopyaları çoğalıyor ve estetik algısı değişiyor. Hatta estetik algının yerini beğeni sayısı alıyor. Aynı durum yazılan metinler için de geçerli. İnsanların metinlerini başkalarına ulaştırabileceği ortamlar internette oldukça fazla.

İki Kişinin Bildiği Deneyim Değildir

Yazarın aktaracağı bir deneyimi olmasa da kullanabileceği bilgi kaynaklarının fazlalığı, hazır ve nazır bir şekilde ulaşılabilirliği, daha doğrusu internetin bir bilgi kaynağı olarak bütün yazarların elinin altında olması ortaya çıkacak ürünü de bayağılaştırabilir. Tek ve biricik olan eser çoğaldıkça nasıl kendi sanatsal içeriğinden yoksunlaşıyorsa, internetten kurmaca ya da kurmaca olmayan metinlere ulaşan okur kitlesinin okuma alışkanlığı, eleştiriden anladığı, metni hangi içerikten okuduğu (twitter mı, ekşisözlük mü ya da blog mu), edebi eseri de bağlamından koparıyor. Bu sadece internetten yayınlanan kurmacalarla ilgili değil. Etrafı parçalı metinler, kopyalar ve algı eşiğini yukarılara çeken görsel aşırılık matbu eseri okuma şeklini de değiştiriyor. Sözgelimi, kimse uzun eserlere tahammül edemiyor. Hap bilgi, hemen sonuca ulaşma isteği, sosyal medyadan alınan beğeniler yüzünden beynin ödül merkezinin aşırı uyarılması ve bunun sonucunda kitap okurken uyaran yetersizliği, dikkat dağınıklığı gibi meseleler okuma şekillerini en temel anlamda değişen noktaları. Bunun psikolojik ve zihinsel yansımaları ya da henüz ortaya çıkmamış etkileri daha derin problemler içerebilir.

Bilgiyi tekeline alan Google, yazarın işini inandırıcılık açısından daha da zora koşuyor. Arama motorlarında üst sıralarda çıkan siteler belli bir algoritmadan geçerek karşınıza çıkıyor. En doğru olanı değil, en çok beğenileni ya da en çok bahsedileni size sunuyor. Aradığınız bilgiyi değil, popüler olanı sunuyor. Abartılı bir örnek olabilir ama konunun anlaşılması için, beş on sene sonra internette “Enis Batur” ismini arattığınızda, arama motoru “Enes Batur mu demek istediniz?” diye düzeltmeye çalışabilir sizi. Hâlihazırda, kurmacada inandırıcılığı sağlamak, yaşantımızdaki inandırıcılıktan farklı işlerken, bir de internetin ürettiği ve vurguladığı basmakalıp karakterleri, imgeleri, olayları kırabilmek kurmacadaki inandırıcılığı zorlaştırıyor. Gerçek hayatta Somali’de geçimini evcilleştirdiği geyiklerle sağlayan Yörüklere rastlamak ihtimal dâhilinde, ama bunu kurmacaya koyduğumuzda inandırıcılığı sağlamak o kadar kolay olmayabilir.

Kurmaca kendi içerisinde bir nedensellik barındırmalıdır. İnternetin ve medyanın dayattığı, basmakalıp klişelere varan bilgi deformasyonu, kurmacadaki inandırıcılığı daha da baltalayabilir. Basit bir örnekle, “haberi yapılmadıysa, gerçek değildir” ya da “sosyal medyada böyle bir şey okumadım ben ama” gibi tepkileri farkında olmadan içselleştiren insan sayısı artışta. Bu da deneyimin deneyim olduğunu belirleyen kıstasların değişebildiğine işaret eder. Zaten haber yapma şekli de değişti. Telefonla çekilmiş videolar bir haber içeriği olarak sıklıkla karşımıza çıkıyor. Haber yapma niyeti olmayan birinin çektiği videolar da belli bir filtreden geçmeden önümüze düşüyor. İkisinin de aynı ortamdan bize yansıması, Benjamin’in değindiği gibi seri üretilen/kopyalanan her nesnenin, biçimin ya da ifade yönteminin anlamını erittiğine ya da kaybettiğine işaret ediyor.

Fakat değişimin kendisi günümüze has bir şey değil. Hızı katlanarak arttı o kadar. Sadece sözlü anlatımlar kullanılırken, el yazmaları şeklinde kitapların çoğaltılması da ozanların, türkülerin, masalların bitmesine neden olmadı. Anlatılanlar form değiştirerek aktarılmaya devam etti. Hikâye anlatıcısı gerçek bir deneyimi aktarmıyor olabilir ama anlattığı şey bir hakikate işaret ediyor ve arketipler günümüze kadar bu yüzden gelebiliyor. Form, yapı, biçim, anlatı tarzı, ne derseniz deyin bir şeyler değişime uğruyor fakat nihayete ermiyor. Öyküde de kendi hakikatini koruyan bir şeyler var. T.S. Eliot sanat formunda duyguyu/tecrübeyi aktarabilmenin tek yolunun nesnel karşılık (objective correlative) olduğunu söylüyor. Okurda belli bir duyguyu benzetme amacı gütmeden bir nesne, durum ya da olaylar vasıtasıyla uyandırabilme nesnel karşılıktır. Sanıyorum, öykünün ya da hikâye anlatıcısının da temelinde nesnel karşılık var. Deneyim algısı, anlatı, biçim ya da mesaj değişebilir ama aktarılan nesnel karşılıksa Benjamin’in hikâye anlatıcısının ya da günümüz öykücü ve romancılarının işlevi devam eder.