Boşuna çekilmedi bunca acılar
Sadece kendimizin yaşadığını sandığımız, bize kendimizi eşsiz ve aynı zamanda ucube hissettiren o esrarengiz anlarda bir hikayeci, Hızır gibi yetişir. Hayali elleriyle omzumuza dokunup kulağımıza şöyle fısıldar: Yalnız değilsin!
Çok eskiden, acıdan kıpırdayamaz hale geldiğim anlarda –evet insanın acıdan kıpırdayamaz hale geldiği anları olur, benim de oldu- Amerikan filmlerinde üzerine doğru gelen canavardan korkup gözlerini sıkıca kapayan çocuklar gibi yapamadım hiç. İşe yarayacak olsa bile yapamazdım sanırım. Çünkü canavarlar –metnin kalanında ona hayat diyeceğiz- vasat bir Amerikan filminden fırlamamışlardı, aslında o sıralarda Amerikalı bir senaristin sersem sepelek düşleri ne beni ne de hayatı ilgilendiriyordu. Peki ne mi yapıyordum? Görünürde hayatın üzerime doğru gelmesini sabırla bekleyip ona tahammül ederken kendi kendime şöyle diyordum: “Belki de az sonra gözlerimi kırpıştıracağım ve şu yaşadığım 20 yıl, (ya da 15 ya da 18, 13, 25: farklı yaşlarımda bunu denemeye devam ettim) bir bebeğin rüyasına dönüşecek. Uyanıp ağlayacağım ve annem huysuzluğumun sebebini acıkmışlığıma verecek. Gördüğüm huzursuz rüyayı hep hatırlayacağım, kalan hayatım boyunca aynı hataları işlemeyeceğim, yolların çatallandığı her anda doğru yolu seçeceğim… Güzel, iyi ama ya zaten öyle olmuş ve ben gördüklerimi unutmuş her defasında aynı şeyleri yapmaya devam ediyorsam?
Hatta sadece bebekken değil aslında her gece rüyamda kalan ömrümü an be an yaşayıp uyandığımda unutup yaşamaya devam ediyorsam? Daha fenası da var! Her insan, uyuduğunda geleceğini harfi harfine görüyor ama bilinci açılır açılmaz yola (yaşamaya) devam edebilmek için telaşla bu bilgiyi hafızasının zifiri karanlık bir köşesine saklıyor olabilir mi? Ya şu an, hayat sandığım o kum taneleri kadar çok rüyadan sadece biriyse ve ben uyandığımda bunu unutup ömrümün daha da kötü bir anına gözlerimi açacaksam?
Tahmin edileceği gibi kendimi teskin etmek için kurduğum hayaller, beni ferahlatması gerekirken, gittikçe çıldırtıcı bir hal alıyordu. Sonsuz, çılgın döngüden kurtulmak için şevkle gündelik hayatın basit acılarına sarılıyordum. Geçmiş ve geleceğin bütün ayrıntılarını hatırlamak yerine amansız da görünse anlık acılar katlanılabilir görünüyordu. Nasıl olsa bugün olanların çoğunu yarın unutacaktım. Hay Allah! İşte Borges, kendi kendime oynadığım bu gerçekten aptal oyunda başıma geleni birbirine bakan aynalar metaforuyla anlatıyor.
Yazarları, kitapları, filmleri velhasıl bize anlatılan hikayeleri beğenip sahiplenmemizin değişmez sebebinden bahsediyorum. Sadece kendimizin yaşadığını sandığımız, bize kendimizi eşsiz ve aynı zamanda ucube hissettiren o esrarengiz anlarda bir hikayeci, Hızır gibi yetişir. Hayali elleriyle omzumuza dokunup kulağımıza şöyle fısıldar: Yalnız değilsin! Kum Kitabı’ndaki şaşırtıcı öykülerle karşılaştığımda duyduğum ses gibi. Aslında kendisini her nasılsa; yaratılış, kader, zaman, aynalar, labirentler ve sonsuzluk üzerine düşünürken bulan herkes için biraz öyle değil mi? Peki sadece bu kadar mı? Çoğu zaman kurtulmak istesem bile dönüp dolaşıp kendimi onu dinliyorken buluşumun, Borges’in metinlerinin daha da doğrusu hayal ediş biçiminin bana onunla ilk karşılaştığım andan beri cezbedici gelmesinin sebebi başka ne olabilir?
Kierkegaard, ideal şöleni şu sözlerle tanımlıyor: “Her şey o an orada olmasa bile, onun derhal orada olma olasılığı olmalı, masanın görünüşünden bile daha cezbedici bir biçimde masanın etrafında ayartıcı bir şekilde dolanıyor olmalı.” Danimarkalı filozof, ideal bir şölen diyor ama yukarıdaki açıklamayı biz pekala ideal bir hikayenin şartları arasına da yazabiliriz. Bütün iyi hikayeler aynıdır çünkü; Borges öyküleri biraz daha fazla ama. Borges, masada olanı değil daima olmayanı işaret eder, bütün gözler masada olana dikilmişken onun kendi deyimiyle söyleyecek olursak “bir yaz gecesi gibi ağır ağır kararan” gözleri masanın etrafında ayartıcı bir şekilde dolanan “olmayanlara” dikilmiştir. Olmayanlar, görülmeyenler, karanlıkta kalanlar… Hikayenin en eski alışkanlığı olan gizem. Ateş başında anlatıldığı ilk günlerden beri hikayenin gerçek doğası muğlaklıkta yatar. Onu vazgeçilmez yapan, söylenenler değil, söylenmeyenlerdir, net olan değil belirsiz kalan, ateşin aydınlattıkları değil, ötesindeki karanlık. Hikaye unutulanları anlatmaz, hatırlananları da anlatmaz, belli belirsiz anımsananları anlatır. Muğlaklığın estetiği, anımsamada yatar. Anımsanan, ilahi olanla omuz omuzadır. Muğlak söz, hakikate daima duyularımızla algıladığımız “gerçek”ten daha yakındır. Kör kütüphanecimiz, kendinden önceki modernlerin haberinin bile olmadığı bu kuytu köşeyi dahiyane bir şekilde keşfetmiştir: anlattığı hikayeler aydınlıkla karanlığın, geceyle gündüzün, Doğu’yla Batı’nın kesinlikle belirsizliğin unutmakla hatırlamanın arasında sonsuza kadar durmayacak bir sarkaç gibi salınır durur.
Ya da etkilenmemin sebebi bütün bunlar değil de yine ondan okuduğum şu satırlardır:
“Bir yazar ya da herhangi bir insan başına gelen her şeyin bir amaçla verilmiş olduğuna inanmalıdır. Kuşkusuz bir sanatçı için daha da geçerlidir bu. Bütün olup biten, hatta aşağılanmalar, sıkıntılar, talihsizlikler, her şey çamur gibi, sanat için gerekli bir gereç gibi verilmiştir. İnsan onu kabul etmelidir. Bir şiirimde aşağılanmadan umutsuzluktan ve uyumsuzluktan kahramanların en eski besini diye söz etmemin nedeni de budur. Bunlar bize alıp dönüştürelim diye yaşamlarımızdaki bahtsızlıklardan ölümsüz şeyler, ölümsüz olmaları beklenen şeyler yaratalım diye verilmiştir.”
Eh, hayat üzerime var gücüyle gelirken, aptal bir Amerikalı çocuk gibi gözlerimi kapatmaktan ya da kendime birbirine bakan aynalar gibi bir labirent inşa edip sıkışıp kalmaktansa bütün bunların bir işe yaradığını düşünmek daha makul. Jorge Luis Borges de Edip Akbayram kadar haklı: Boşuna çekilmedi bunca acılar.
- İyi bir öykü yazmak için afili bir isme, pahalı bir kaleme, bilgisayara, bağlantılara, mala mülke ihtiyacımız yok. Harika değil mi? Bu gerçek yıllardır ne zaman aklıma gelse büyüleniyorum. İhtiyacın olan tek şey yetenek ve azim, istikrar ve sabır. Göründüğünden daha olağanüstü dostlar. Bak yine duygulandım. (A.E.)