Binbir cevapsız çağrı
Havva'nın kızı, Belkıs'ın kardeşi, Meryem'in yoldaşı, Fatıma'nın eli, Hacer'in kimsesi, Züleyha'nın bıçağı, Leyla'nın, Şirin'in anası Şehrazat. Ah Şehrazat. Ey Şehrazat.
- "Eğer Allah seni bu hale getirdiyse, o zaman öyle kal! Ama geçici bir büyüyle bu hale geldiysen o zaman önceki haline dön!"
"Ne umdum?
Ne umdum da devam ettim onca yıl? Beğenilme arzusu mu? Toplasan üç beş yüz kişinin yarım ağız ilgisine, o butik, iddiasız popülerliğe ihtiyacım mı vardı? Hayır. Sevgi müptelası değilim. Pek çok şey olabilirim ama bu değil. Niçin devam ettim, niçin? Nereden geldiğini, kimin yazdığını bilmediğim bütün o metin parçalarını neden ısrarla tamamladım? Onları öykü yaptım, roman, deneme, anlatı... Okundular, sevildiler; okudum, sevdim. Peki o bitmiş şey, başlangıcı, ilk cümlesi, kıvılcım çakanı gizli o görkemli ateş aslında kimin? Benim olmayan bir şey hakkında konuşmaya, üretmediğim bir malın satıcısı kurnaz bir tüccar olmaya neden gönül indirdim? İlk defa sormuyorum ki bu soruyu kendime!
40 yılda 41 milyon cevap yetiştirdim. En esaslısı, uzun ömürlüsü, beni şimdiye getiren şüphesiz, dehanın başlangıç anında değil sonraki çalışmada gizli olduğunu kabul etmekti. Evet, başkasının başlattığı bir bulmacaydı önümdeki. Olabilir. Kabul ediyorum. Asla aksini söylemedim. Kendi kendime bile. Ama ben, İshak Karınca, o bulmacaya sayısız ve dehşetli çözümler ürettim. Kare kare, harf harf işledim. Şimdi kimmiş deha! Büyüttüğüm, sahip çıktığım yarısı yazılı onca kâğıt, ben onlara dokunmasam anlamsız döküntülerden fazlası olmayacaktı. Onları buruşturup çöpe atmak yerine emek verdim ter akıttım, olabilecekleri şeyi gördüm, ortaya çıkardım. Michelangelo'dan, Rodin'den ne farkım var benim? Anlamsız bir kütleyi yontup yontup içindeki eseri ortaya çıkardım. Konuş konuş be adam!
Bir de
Bir de
Bir de...
Evet bir küçük ihtimal daha var, Yakup o gün sıradan bir şey söyler gibi söylediğinden beri aklıma her düştüğünde zihnimi kamaştıran, içimin ürpermesine heyecanlanmama, kendimi yazdığım hikâyelerden birinin karakteri gibi düşünmeme sebep olan. Ah tuhaf terzi, sanki "Şu iğneyi tutar mısın? Otur hele soluklan. Suyu uzatır mısın?" der gibi basitçe o küçük ve görkemli ihtimali aklıma soktu. Gece yarılarında, masa başında oturmaktan belim ağrımış, gözlerimin önünde Türkçenin en cilveli harfleri şekilden şekile girerken; kelimeler, cümleler masamın arkasındaki beyaz duvarda Mehmet Siyah Kalem'in cinleri gibi rakseder, beni yanlarına çağırırken bir fikir, bir ihtimal, bir düşünce, bir parıltı her defasında biraz daha güçlenerek, beni kendi varlığına her defasında biraz daha ikna ederek serpildi, büyüdü, taşlaştı, sarsılmaz bir kideye dönüştü. Ve nihayet Yakup'un "öylesine" söylediği şey, benim dilimde yeniden can buldu. Sesli olarak söylendi. Seslenince güçlendi. Bir fikrin, imkânsız bir ihtimalin, tohum gibi çatlayıp filiz vermesini, yılan gibi beynimde kıvrıla kıvrıla dolaşmasını, büyüyüp bir ejderhaya dönüşmesini beni yutmasını izlemiş, sonunda da teslim olmuştum. Olsun.
Yakup Efendi, bil ki suçlulardan biri de sensin. Mütevazı dükkânında, oturup gazete karıştırırken İshak Karınca'nın ölümünü okuyup, o an üzülüp, cenaze namazı kılındı mı acaba deyip, kılınmadıysa cenazeme yetişip hakkını helal edip, toprakla kavuşmamı gözlerin nemli izleyip, tekrar dükkâna dönene kadar ölüm hakkında tefekkür edip, işinin başına döndüğünde eline dalgınlıkla birkaç iğne batırıp, sonunda beni unutmanı, acının kaybolmasını, hatıramın su buharı gibi uçup gitmesini istemiyorum. Bu düpedüz kumaştan çalmak olmaz mı, ey düzenbaz terzi! Hayır, gidiyorsam gidişimde senin de payın var. Senin aklına "öylesine" gelen bir fikir, o küçük şey beni alt etti. Tarumar etti. Yıkılmama sebep oldu. Bunu düşün ve suskunluğuna suskunluk kat. Bunu düşün ve çekmecendeki haberim olmadığını sandığın o kâğıtlara dön."
2.
Telefonun sesiyle kalemi elimden bıraktım. İnsan, intihar notu yazarken aranır mı?
"Gizli numara"
Gizliymiş!
İnsan, intihar notu yazarken kendisini arayanın kim olduğuyla ilgili meraka kapılır mı? Kendime kızdım. Kim olacak! Adım o yıl bilmem kaçıncı kez verilecek edebiyat ödüllerinden birinin kulislerinde dolaşıyordu. Dolaşmak ne kelime! Ödülü alacağıma neredeyse kesin gözüyle bakılıyordu. Gizliymiş! Gizlenmek için değil, duymam gereken minneti sahiplenmek için arıyorlar.
"Üstadım, ödül komisyonundan arıyoruz, kabul ederseniz..." diyecekler. Derken de aslında, "adımı hiç unutma, sana ödül verdim, sen de beni kolla"yı ima edecekler. Tüküreyim ödülünüze de endüstrinize de, üçkâğıtçılar! Madrabazlar! Seyyar satıcılar! Soytarılar! Köylüler! Medeniyetsiz hayvanlar! Ödülmüş.. ödülmüş.. ne ödülü.. acı çekiyoruz ulan burda. Ölüyoruz. İnsan intihar notu yazarken ödüllendirilir mi? İnsan intihar notu yazarken edebiyat ortamı hakkında düşünüp öfkelenir mi? Kalemi elimden bıraktım. Telefonu açtım. "Alo!" "İshak Karınca?" "Buyrun?" "Yazar İshak Karınca? Çağının tanığı, zamanın efendisi, neye dokunsa hikâye olan adam..." Boşuna söylenmişim.
Telefonun öbür ucunda beni bekleyen şeyin ödülle alakası yoktu; yani beklediğim, beklemez gibi yapıp beklediğim ödülle. Alakası yoktu çünkü ödülün bizzat kendisiydi. Kaderimin oyunu! Tuhaf bir şekilde daha sesini duyar duymaz anladım. Nasıl oluyor bunlar böyle? Nasıl da hep en acayip zamanımda karşıma çıkıyorlar? Kaderimin oyunu. Oyunları. Evet bana, bizzat bana, İshak Karınca'ya geçmişimin en karanlık, en derin, en arabesk köşelerinde kurulan oyunlar. Bir kadın sesi. İki sebepten tanıdık ve iki sebepten kaderimin oyunu: Tanıdık. Emir vermeye, daha da kötüsü emirlerine itaat edilmesine alışkın, dediğim dedik afetleri kilometrelerce öteden tanırım. Nasıl mı? Üç -eski- karım da öyleydi. İsimleri, yaşları, saç renkleri, hayata bakışları, inançları hatta milliyetleri farklıydı. Ama bendenizi nerde akşam orda sabah İshak kuşundan, kan ter içinde yuvasına erzak taşıyan İshak karıncaya dönüştüren üç amansız kadın da aynı parlak zırhı giyiyorlardı. Dediğim dedik tabiatlarını güzel yüzlerinin, gönül çelen edalarının, muhatabını esir alan bakışlarının, aldatıcı dudaklarının arkasında saklayan, kontrolü daha ilk "merhaba"da ele geçirirken size kendinizi dünyanın hâkimi gibi hissettiren; o dayanılmaz kadınlar.
Öyledir öyledir; işleri bittiğinde kalbinizin parçalarını karlı bir gece vakti bir semt pazarından, yerlere saçılmış çürük meyve sebzelerin arasından toplarsınız. Ses tonlarında gizli o çelik gibi irade, o Sürmene bıçağı gibi keskin tını. Bilirim, tanırım diyorum yahu! İnsan gardiyanını, insan kendi benliğinin muhafızını tanımaz mı? Hepsi birden en beklenmedik anda bir deux ex machina edasıyla çıkıverdiler. Hepsi artı bir. Çünkü yine! Kaderimin oyunu: Yaşayan ve yaşamış olan bütün hikâye anlatıcılarının, yazıyla ya da sözle hikâyeler anlatan her bir hikâyecinin anası, yavuklusu, kardeşi, efendisi, sesi, nefesi, üzerlerindeki bulut, başlarındaki hâle, ruhlarındaki ışıktı karşımdaki. Beni şimdi arıyordu, şimdi tam şimdi. Tam da ben... Alay ettiğini saklama ihtiyacı bile hissetmeden alay ediyordu benimle, kızmak yerine başlangıç oyununu kabul ettim.
Ne çabuk unutmuştum: Akıl çelen oyunlar bu kadınlar için bir cilveleşme biçimiydi o kadar. "Buyrun benim." "Merhaba İshak kuşu, nasılsınız? Size İshak kuşu dememde bir mahsur var mı?" Elbette cevabımı beklemedi bile. Kulağım kahkahasıyla doldu. Şuh mu? Hayır hayır. Telefonun ucundaki olağanüstü kadının böyle küçük numaralara ihtiyacının olduğunu mu sanıyorsunuz? Kahkahanın yanına illa bir sıfat koyacaksanız şunu deneyin: Olabilecek en edepli kahkahaydı en kontrollü ama aynı zamanda en sahicisi. Bir mucize senfonisi. İlk notadan sonuncuya kılcal damarlarımda dolaşan tuhaf koro. Egzotik kuşlar oratoryosu. Heyecanlanmamış ve becerebildiğim kadarıyla tanımıyormuş gibi yapmayı sürdürdüm. "Ne istemiştiniz?" "Ah efendim, kusuruma bakmayın. İnsan büyük bir yazarla her gün karşılaşmıyor. Yani tabi aslında henüz karşılaşmadık ama kim bilir... Belki de.... Kusura bakmayın, biraz heyecanlıyım. Affedin lütfen beni." Umutsuzca mesafeyi korumaya çalışıyordum. Gönlümü put sanıp da kırmasına izin... Şiirden uzak dur, şiirlerden uzak dur dedim kendime. "Pardon?" "Size demedim, buyrun."
"İshak kuşu, size bir hikâye anlatmak istiyorum. Yüksek müsaadenizle tabi. Şimdi ayaktasınızdır siz, oturun, rahatlayın, arkanıza yaslanın. Toparlanın. Zihninizdeki bütün düşünceleri kovun gitsin. Sizi çevreleyen dünya, bırakın belirsizlik içinde yok oluversin." Eyvah ki ne eyvah! Oturdum. Tanıdım dedim size. Tanıdım. Tanımaz mıyım hiç? Arkama yaslandım. Bütün hücrelerim kaçmamı, telefonu kapatmamı, fişi çekmemi, pillerini çıkarıp atmamı söylüyordu. Bir yangın, bir alev topu, bir zelzele, bir meteor üzerime doğru hızla geliyordu. Zihnimdeki bütün düşünceleri kovdum gitti. İshak Karınca kaç, hiç mi uslanmadın? İshak Karınca kaç, yaşından başından üstatlığından utan! Emirlere itaat ettim. Uysallıkla. Nezaketsizlik sayılabilir diye adını sordum. Küçük oyunumuz, tatlı (ona göre) cilvelerimiz bitsin de onu bana getiren büyüğüne geçebilelim istiyordum. Sabırsızdım. Anladı. Uzatmadı. "Şehrazat'ım ben," dedi ve anlatmaya başladı. Beni çevreleyen dünya, tam o anda belirsizlik içinde kayboldu.
3.
Ey Şehrazat!
Ey Şehrazat... Kendisine "ey"ler değil "ah"lar yakışan kadın. Şehriyar'ı -o ki kendisini âlemin hükümdarı sanırdı- bin gece ve bir gece ve sonraki bin gece ve sonraki ve sonraki ve ondan sonraki bin geceler boyunca kendisine kul eden; bir odaya cinleri, perileri, gulyabanileri, prensleri, şehzadeleri, prensesleri, kuyuları, ağaçları, dağları, tepeleri, nehirleri, denizleri, çölleri, aşkları, ihanetleri, kahramanlıkları, korkaklığı, cesareti, sabrı, metaneti, coşkuyu, tutkuyu, gazabı, kılıçları, gürzleri, mızrakları, lirleri, şarkıları, melekleri, iblisleri, sıra sıra evleri, şehirleri, köyleri, kalabalıkları, bekleyişleri, unutuşları, zamanı, hatırlayışları, varlığı ve yokluğu, harfleri, kelimeleri, cümleleri, sesi ve sessizliği ve ikisinin arasına hikâyeleri sığdıran dilber.
Ah Şehrazat, ah kadın, bin gece ve bir gece ve sonraki bin gece ve sonraki ve sonraki ve ondan sonraki bin geceler boyunca kana susamış canavarları süt dökmüş kediye döndüren, dünyanın yarısı, evrenin yatışmaz yapısı, cihanı onaran el, yedi kat dünyadaki yetmiş bin mahlukat için savaşan kalp, unutulan zamanın içinde tutulan nefes, dünyanın uğultusunu kahreden ses, gözü pek yiğitlerin, kurnaz tüccarların, demir zırhlı şövalyelerin, coşkulu seyyahların yolunda derbeder olduğu lakin ulaşamadığı, ulaşamayışlarıyla bile mesut hissettikleri kayıp mücevher, sonsuz yaşamın sevinci, her ölümün anlamı, bütün savaşların sonucu, karanlık sokakların, ıssız patikaların, kördüğümlerin, dipsiz kuyuların, karanlık suların, tehlikeli ormanların, yaban diyarların melikesi.
Ah Şehrazat, ah kadın, bin gece ve bir gece ve sonraki bin gece ve sonraki ve sonraki ve ondan sonraki bin geceler boyunca Zümrüd-ü Anka'ya yoldaşlık eden hatun. Simurg'un, kar kaplanlarının, ateş ejderhalarının, alageyiklerin, İshak kuşlarının, gökdoğanların, hüthütün, bülbülün, bozkurtların, tek boynuzlu atların, çift kanatlı atların, köpük köpük koşan atların, altın yeleli atların, dolu dizgin giden atların, gümüş kanatlı güvercinlerin, ak alınlı kartalların, kara kartalların, ulu şahinlerin, atmacaların, sonsuz karıncaların, vaşakların, tez ayaklı çitaların, jaguarların, aslanların hanımı. Dalları göğe uzanan ulu çınarların, uçsuz bucaksız vadilerin, gövdesinden ekinler fışkıran bereketli toprakların, bir yaprağında ab-ı hayat öbüründe baldıran zehri taşıyan gizli ağaçların, kendi güzelliğine hayran gül yapraklarının, şifalı otların, papatyaların, karanfillerin, nergislerin, lalelerin, zambakların, nilüferlerin, sümbüllerin, menekşelerin, leylakların, şebboyların kutlu ecesi. Havva'nın kızı, Belkıs'ın kardeşi, Meryem'in yoldaşı, Fatıma'nın eli, Hacer'in kimsesi, Züleyha'nın bıçağı, Leyla'nın, Şirin'in anası Şehrazat. Ah Şehrazat. Ey Şehrazat.
4.
Hayır hayır bütün bunları söylemedim. Tek kelime bile etmedim. Telefon kulağımda sessizce bekliyordum ben. Belirsizlik, pamuk şekeri gibi, kadife keseler gibi, yün örgüler gibi etrafımı sararken içimden, varlığından bile haberdar olmadığım içimin derinliklerinden bir ses, benim sesime benzeyen coşku dolu bir ses bunları haykırıyordu. Daha doğrusu, o orda ezelden beridir sonsuz bir tiradı sürdürüyordu da ben kısacık bir anlığına duyma şerefine nail oluyordum. Ben onu duyarken de duymazken de bu sözler, Şehrazat için ettiğim yemin sonsuza kadar içimde çınlayacaktı. Kendi sesimden uzaklaşıp Şehrazat'ın sesine yaklaşmaya çalıştım. Bilincimden geriye kalan küçücük bir parça onu başka kadınlara benzettiğim için kızıyor ve sonuna kadar teslim olmak için can atıyordu. Telefonu kulağıma iyice yapıştırdım. Gözlerimi kapatıp Şehrazat'ı dinledim. Anlattığı âlemin, âlemlerin hikâyesiydi. Benim hikâyemdi. Kendi hikâyemde kaybolmuştum.
5.
Evden çıkmalıyım. Evet evden çıkmalıyım.
Sabah uyandığımda, elimde telefon cenin pozisyonundaydım. Arandığımı, anlatıldığımı (kelime yanlış gibi görünüyor farkındayım ama başka türlü de izah edemiyorum: bana bir şey anlatılmıştı evet) hatırlıyordum. Şehrazat, kapatmadan önce şöyle demişti: "İshak kuşum, yarın gece yine arayacağım sizi, kaldığımız yerden devam ederiz, eğer isterseniz tabi..." Sanki istememek elimdeymiş gibi! Dün gece yarım bıraktığım notu katlayıp cebime koydum. Evden çıktım. Yakup'a gitmemek, olan biteni ona bir çırpıda anlatmamak için sokağı döndüğüm gibi karşıma çıkan ilk kafeye oturdum. Bir kahve söyledim. Ardından bir tane daha. Kahvaltı niyetine bir kruvasan, yanında bir kahve daha. Zihnimi meşgul etmek için Yakup'la yıllardır süren satranç maçlarımızı düşündüm. Tahtada kalan son taşları; son pozisyonu. Yapmam gereken hamle bu muydu gerçekten? Başka bir varyasyon var mıydı? Bir hamle, bir hamle daha.
Bilmiyorum siz ne kadar farkındasınız ama yinelemeler, hayatını hikâyeler yazarak sürdürenler için bir anlatı tekniğinden fazlasıdır. Durun iyice kişiselleştirerek ifade edeyim, teknik deyip geçtiğiniz şey, benim. Ben yinelemelerden ibaretim. Bir kahve söylersem bir kahve daha söylerim. Bir adım atarsam bir adım daha atarım. Bir kelime yazarsam bir kelime daha. Aptal eleştirmenler bunu bile fark edemeden ölüp gidecektim az kalsın. Ah az kalsın.... Hikâye anlatmak "daha"dır. Bir tane daha. Bir kelime daha. Bir hikâye daha. Bir tasvir daha. Bir savaş, bir aşk, bir ölüm, bir doğum daha. O yüzden kalktım; bir sokağı daha dönüp bir kafeye daha oturup bir kahve daha söyledim. Bir hamle daha düşündüm, bir hamle daha. Şehrazat'ın anlattıklarını hatırlamaya çalıştım. Nafile! Bana kalan, bir histi. Ömrüm boyunca okuduğum, etkilendiğim, baş tacı ettiğim pek çok kitap gibi. Koca bir his.
Defterimi çıkardım, ilk yarısı çok önceleri -kim bilir kimin tarafından- yazılmış bir öyküye devam etmeye çalıştım. Olmadı. Sonunda dün gece yazdıklarımı okudum, intihar notum; ne kadar çabalasam da baş kısmını bulamıyordum. "Ne umdum peki?" Hayır böyle başlamıyordu. Çok iyi hatırlıyorum. En büyük yaramdan, beni çaresizliğe sürükleyen, kimselere anlatamadığım sırrımdan bahsediyordum. Sadece Yakup'un bildiği, sadık bir terziden başka kimselere emanet edemediğim sırrımdan: Yıllar boyunca tek bir öyküye, romana, denemeye bile ilk cümlesinden başlayamadığımı, defterimi her açtığımda bu hileli defterin, altın yumurtlayan tavuk misali önüme başlangıcı yazılmış metinler çıkardığını anlatmaya çalışmıştım. Ölüm sebebim anlaşılsın istiyordum, bir depresyon, umutsuz bir aşk hikâyesi, ödenememiş borçlar, tatminsizlik falan filan değildi kendimi öldürmek istememin sebebi, bunu okurlarım, varsa sevenlerim bilsin istiyordum.
Onca konuşmada, röportajda "İlk cümle Tanrı'dan," derken kendi yeteneğimi övmüyordum, korkuyla, dehşetle, gizlice sitem ediyordum aslında. Bilinmeliydi, bilinmeliydim. O sırada ben, bendim ve ben değildim. Defteri didik didik ettim ama yok. Her sayfada kimi yazılmış kimi yazılmayı bekleyen bir başka başlangıç göz kırpıyordu bana ama dün gece ellerimle yazdığım başlangıç yoktu. Kayıptı. Bulamayınca tadım kaçtı. Hava güzeldi. Sigaramı yakıp İcadiye'den, Kuzguncuk'a doğru salındım. Beylerbeyi, Çengelköy derken epey yorulmuşum. Bir dolmuşa binip Üsküdar sahile geri döndüm. Yemek, birkaç selamlaşma, bir iki eski dostla sohbet derken itiraf ettim kurtuldum. Tek amacım Yakup'a gitmeden günü akşam etmekti. Dünyayla bir gün önce hesabımı kesmiştim zaten, o telefon gelmeseydi, bu rotada olsa olsa tabutumu gezdirirlerdi. Şansım varsa Belki Küplüce'ye rahmetli Cahit Bey'in, büyük şairin yakınına gömülürdüm. Ama o beni aramıştı. Şehrazat beni aramış ve durdurmuştu. Öyleyse ikinci gün ve gece için başka bir plan yapmanın da bir anlamı yoktu. Gönül rahatlığıyla eve dönebilirdim. Döndüm.
6.
Telefonum çalıyor! Çalıyor! Çalıyor! Gizli numara. Göğsümde gün boyu bastırdığım "ah" tazyikli su gibi ölçüsüz bir şiddetle dışarı çıktı. Sakinleşmek için bir nefes aldım. Bir nefes daha. Çalıyor! "Alo?" "İshak Karınca, merhaba." "Alo? Şehrazat?" "Merhaba İshak kuşum, merhaba. Nerede kalmıştık?" Beni çevreleyen dünya, bir kez daha belirsizlik içinde kayboldu.
7.
Kaçıncı gecedeyiz?
Birileriyle konuşmalıyım artık. Anlatmalıyım.
Ah Şehrazat! Bir gece, bir gece daha ve ondan sonraki geceler boyunca dinledim. Dünyanın bütün seslerini, ondan. Yeryüzünün ve gökyüzünün sırları, ahizenin diğer ucundan kulaklarıma doluyordu. Bazen -şair ne güzel söylemiş- kaşığın bala batışı gibi ağır, bazen yapraktan düşen çiğ damlası gibi ürkek, bazen bardaktan boşanır gibi coşkuyla, bazen de kesik bir damardan fışkırır gibi şiddetli. Şehrazat susuyor, beni dinliyor, cevap veriyor, gülüyor, ağlıyor, anlatıyor, anlatıyor anlatıyordu. Gündüzleri ne yaptığımı hatırlamıyorum. Ne yedim ne içtim, nereye gittim, kiminle konuştum, bilmiyorum, hatırlamıyorum. İnsanlar beni aradı mı? Ya ben onları? Onların dünyasında mıyım? Ya onlar benim? Aynı zaman diliminde miyiz? Bilmiyorum. İlahi bir bestenin notalarından yapılmış bir mağaraya kapatılmışım gibi hissediyorum. Ashab-ı Kehf oradan nasıl çıktı? Nasıl uyandı?
8.
Birileriyle konuşmalıyım. Geceler, geceler ve geceler geçti.
Anlatmalıyım.
Son defa.
Dışarı çıktım. Güneşli bir gündü. Üsküdar'a yürüdüm. Günlerdir giymediğim, giysem de hatırlamadığım yeleğimin cebinde yine o notu buldum. Kayıp kelimelerimi aradım alışkanlıkla. Hâlâ yoklar. Belki de hiç yazmadım. Yazdığımı sandım. İntihar mektubumun başsız bir şehidi andıran gövdesi hiç yıpranmadan kendini muhafaza etmişti. Daha dün yazılmışçasına taze, mürekkebin kokusunu alabiliyordum. Belki de dün. Yakup'a gittim. Nihayet! Beni bekliyordur. Beni değil belki ama ille de birilerini. Bazı insanlar bazı şeyler için yaratılmıştır. Bakmayın "bazı" dediğime, aslında her insan bir şey için yaratılmıştır. Tek bir şey. Ondan hakkıyla yapması beklenen tek bir şey vardır. Mesela ben -ben demediğim zamanlarda- yazmak için yaratıldığımı düşünürdüm. Oysa şimdi, yani Şehrazat'la karşılaştıktan sonra dinlemek için yaratıldığımı düşünmeye teşneyim. Kendisine anlatılmak için.
Öyledir, her karşılaşma mahlukatın birbirine yapmak için yaratıldığı şeyleri dayatmasıyla başlar. Şehrazat, anlatmak için yaratılmıştı, ben onunla karşılaşana kadar yazmak. Onun benliği benim benliğimi ele geçirdiğinde ben kendi yaratılışımdan vazgeçip onunkine uygun bir yordama... Ne diyorum ben? Bugün anlatmalıyım. Cevabını zaten bildiğim, bilir gibi sezdiğim o soruyu... Yakup beni bekliyordur. Çünkü Yakup beklemek için... Dükkânın kapısından içeri girer girmez Yakup'taki değişimi fark ettim. Huzursuzdu. Ya da sabırsız. Ya da ikisi birden. Belli etmemeye çalışıyordu. Sanki yanından daha dün ayrılmışım gibi gözlüğünün üstünden şöyle bir baktı, karşısındaki tabureyi gösterdi. "Otursana." Oturdum. Çekmecesini kapattı. Elindeki ipliği makinanın iğnesine geçirip işe koyuldu. Bir yandan havadan sudan konuşuyor bir yandan da işine devam ediyordu. Hiçbir şey olmamış gibi.
"Dayanamayacağım artık. Kes de beni dinle. Bırak elindeki işleri." "Ne oldu İshak? Ne bu heyecan geldiğinden beri?" "Şehrazat'la görüşüyorum. Yakup, Yakup sana diyorum Şehrazat diyorum. Hani şu bildiğin, Binbir Gece Masalları'ndaki, hani hikâyeler anlatan." "Nerede görüşüyorsunuz?" "Telefonla arıyor beni, geceleri. Gülme ulan gülme! Sanki senin bugüne kadar bana söylediklerin daha gerçekçiydi. Sanki rasyonel dünya umurunda. Gülme ulan!" "Hangi söylediklerim İshak? Ne diyorsun sen?" "Sen demedin mi bana? Buraya son geldiğimde. Bir yerlerde benim ters bir yansımam olabileceğini. Kendisine başlangıçlar verilen İshak Karınca'nın, kendisine sadece sonlar verilen bir benzeri olabileceğini. Kaderin ve zamanın elindeki zavallı oyuncaklar olduğumuzu ima etmedin mi?"
"Bir varsayım. Coşkuya kapılıp öylesine söyled.."
"Bak, yine aynı şeyi yapıyor. Yine öylesine diyor. Ne öylesine ulan, ne öylesine! Sözlerin bir kıymeti vardır. Bir şey söylenmişse vardır. Hiçbir varlık öylesine değildir. Söylenmişse bir anlamı, işaret ettiği bir şey, bir karşılığı vardır. Dün, seninle aynı şeyi söyledi Şehrazat bana. Bir adamdan bahsetti, kendisine sadece sonlar verilen, o sonlardan hikâyeler yazması beklenen bir..." Yakup'a baktım. İlk defa. O da bana bakıyordu. İlk defa. Kırlaşmış uzun sakallarına, keskin yeşil gözlerine, biri ötekinden daha kalın görünen kaşlarına, yüzündeki her bir kırışıklığa, güçlü parmaklarına, önündeki şeffaf kâğıtlara, istemsizce elini götürdüğü çekmecesine. "Biliyor muydun?" dedim. Kendisini affettirmek ister gibi, "Beni hiç aramadı." dedi.
9.
Ey Şehrazat, Ah Şehrazat, Şehrazat...
Hikâyeler anlatan, anlattığı hikâyelerle nice canlar kurtaran, kurtardığı canları kendi canına katan, dünyayı hikâyeleriyle güzelleştirirken İshak Karınca'nın yaşamı ve yapıtlarını zindan eden zalim! Bunca yıl kendisini eşsiz sanan, eşsizliğin Allah'a mahsus olduğunu unutan, yazdıklarına köle olmuş İshak kuşuna haddini bir gecede bildiren cengaver. Sesinde gül bahçeleri, cennet köşeleri, tatlı şerbetler, çağıldayan nehirlerle savaş naraları, kılıç ve gürz sesleri, kanlı haykırışlar, feryatlar, katliamlar, kan gölleri aynı anda barınan Medusa! Bin gece ve bir gece ve bir gece daha ve ondan sonraki geceler Şehriyar'ı uyutan, onu ayartan, gerçeklerden kopartan, onu inşa ettiği hayal alemlerinde eğleyen, zehirleyen yalancı! Şehrazat, karanlık köylerin congolosu, lohusa kadınların korkulu rüyası, daha sütten kesilmemiş bebelerin katili, babaların düşmanı, saf kadıncıkların karanlık gölgesi al karısı!
Ey Şehrazat, aşktan anlamaz, sevgi bilmez, vefa katili, sadakatsiz cariye! Kör kuyuların, çıkmaz sokakların, uğursuz yolların, hayalet şehirlerin, perili evlerin, karanlık gökyüzünün, akşamın ve sabaha ulaşmayan gecenin, bitmeyen hikâyelerin, yalancı serüvenlerin, cinnetin ve anksiyetelerin, zehirli içkilerin, şifasız merhemlerin, sırtlanların, çakalların, dokuz başlı yılanların, yedi başlı ejderhaların, kara kurtların, bozguncu eşkıyaların, aman vermez geçitlerin, kahpe pusuların, çorak toprakların, yakıcı çölün, ölümcül fırtınaların, karanlık ormanların geçgin cadısı! Kendi zamanına, kendi dünyana, kendi hikâyene sıkışıp kalasın! Anlattıklarına kulak veren olmasın, hikâyelerin unutulsun, sözlerinin ışığı sönsün, adını bilen kalmasın Şehrazat. Kalbin çürüsün, ruhun kurusun, görmeyen gözlerine miller çekilsin, sesini duyan kalmasın Şehrazat! Ah Şehrazat, ah Şehrazat ah Şehrazat, beni neden terk ettin diye bile soramıyorum, ah Şehrazat ah Şehrazat, ah Şehrazat adım aklından silinsin.
Yeryüzünün lanetlisi, kem gözlerin efendisi, çatal dillerin, pis kokuların, yamru yumru düşüncelerin, kesik soyların, bulanık sözlerin sahibesi; ben tek değil miydim? Uğursuz şatoların kırık burçlarında asılı kara sancak, dere yataklarında, sahipsiz mezarlarda, yarım hikâyelerde, lohusa düşlerinde, sonsuz karabasanlarda, soysuz evlatların zihninde, bacasız evlerde, bereketsiz döllerde gezinen ah, ben yok muydum? Kendi başını yiyen uğursuz yılan, zamanın habis oyuncağı, yağmursuz bulut, kuru söz, faydasız ilim, karşılıksız dua neden aklımı çeldin? Savunmasız ruhumu neden fethettin? Gönlümü put sanıp da neden? Azer'in soyu, Kabil'in kızı, Nemrut'un akıl hocası, Firavun'un sırdaşı, Züleyha'nın vesveselerinin kaynağı, Yakup'un yalancı evlâdı, şimdi ben ne edeyim? Nereye gideyim? Kiminle avunayım? Hangi düşünceyle kendimi kandırayım? Sesin bana ulaşmasın, kulaklarım sana sağır olsun, sözlerin karşılıksız kalsın, ilencim kâinatı sarsın. Şehrazat! Ah Şehrazat! Ey Şehrazat! Şehrazat.
10.
İshak, uzun süren ürkütücü bir sessizliğe düşmüştü. Onunla birlikte ben de. Daha geçen gün bir kitapta tam bu anı tarif eden bir sahne okumuştum. Aramızda, silahı suskunluk olan sessiz bir düello başlamıştı. Zaman hangimizden yanaydı? Ya hayat? Ya ölüm? Başıyla satranç tahtasını işaret etti. Sessizliğimizi bozmadan yerimden kalktım. Tahtayı ve taşları alıp karşısına oturdum. İshak Karınca'nın sohbeti canının istediği yerde kesen tuhaf suskunluklarına, o an aklına eseni karşısındakine dayatmasına alışmıştım yıllardır. Uzun süren bir dostluğun ödenmesi gereken bedeli. Ben onun tuhaflıklarına göz yumacak, sırlarını saklayacaktım o da bana sormaması gereken soruları sormayacaktı. Taşları dizdim. İlk beş dakikada tahtadaki tüm taşlar kenara ayrılmış; geriye ikimizin de birer piyon ve şahı kalmıştı. İki huysuz, inatçı adam, tanıştığımız gün kendi yollarımızı, açılış, oyun ortası yöntemlerimizi belirlemiş, o günden beri birbirimize karşı oynanabilecek her mantıklı versiyonu deneyerek ilerlemiştik. Ulaştığımız yere kadar tahtadaki her pozisyona karşı birbirimize yapacağımız nihai hamlelerin tamamını denemiş, ikimiz de son kararımızı vermiştik.
Bunca zaman binlerce maç süren tek bir maçı oynuyorduk. Durum hâlâ berabere görünüyordu. İshak, kalan taşlara, taşların pozisyonlarına, uzun uzun baktı. Vezir olmak isteyen hırslı piyonumun önünü kesip kesemeyeceğini hesap ediyordu. İnce uzun parmakları, taşlara dokunmadan karelerin üzerinde -hafifçe titreyerek- geziniyordu. Bir saate yakın tahtayı seyrettik. Aslında tek bir piyonu. Sonunda ayağa kalktı. Yeleğini giydi. Dükkânı, beni, dokunulmamış halde duran taşları izledi. Bana baktı. İkinci defa. Ona baktım. İkinci defa. "Düzenbaz terzi." diye fısıldadı. Silahımı bırakmadım, sustum. Başını çevirirken dudaklarında yorgun bir gülümseme gördüm. Ya da gördüğümü sandım. Maçı bırakmıştı, ya da ben bıraktığını sanmıştım. Emin değilim.
11.
Günler sonra -başka bir yakını olmadığı için- beni aradılar. Usta yazar, İshak Karınca evinde ölü bulunmuştu. Onunla sessiz vedalaşmamız sırasında kendi ölümüne yürüdüğünü biliyor muydum? Giderken cebinden düşen (bıraktığı?) kâğıdı alıp okumadan çekmeceme atışıma, cesedinin yanı başında bulunan telefondaki "binbir cevapsız çağrı"nın sahibini merak etmeyişime, son hamleyi onun yerine oynayıp satranç tahtasını kaldırışıma, evini eşyalarını -adına kurulacak- vakfa bağışlarken kimsenin varlığından haberdar olmadığı defterine (onun deyimiyle başlangıçlar kitabına) el koyuşuma bakılırsa sezmiş olmalıyım. İshak'ın ülkeyi yasa boğan ölümünden kırk gün sonra Şehrazat beni aradı. Hikâyeler anlatmaya başladı.
Bir mektup yazmıyordum belki ama zihnimden İshak Karınca'ya kavuşma fikrini atamıyordum. (Anlatsam "romantik terzi!" diyerek kahkahayı basardı herhalde.) Tek düşünebildiğim, bitmemiş bir satranç maçını göklerde sürdürmek fikriydi. Altı yüz ikinci gece (hep bunu bekliyormuş gibi) aceleyle, suçunu itiraf eden o hikâyeyi anlattı. "Ah Yakup, kendisine şarkılar yazılan Şehrazat, bütün zamanlarda anlattığı bütün hikâyelerde aynı şeyi yapıyordu. Bizi zamana bağlayan, varolduğumuzu hissettiren şey planlı tekrarlar, alışkanlıklardır. Her binbir gecede bir gece, altı yüz ikinci gece kendi hikâyeleriyle ördüğü kozadan dışarıya başını uzatıp derin bir nefes alıyordu Şehrazat; kendi hikâyesini anlatıyordu. Binbir gecede bir, tek bir nefes. Anlatılanın o hikâyeyle ne yapacağı kendisine kalmış, kimi duymazdan gelip sonraki geceyi bekliyordu, kimi anlamıyordu bile. Kimi de İshak kuşum gibi..."
12.
Bilmiyorum. Bildiğim tek şey bu zamana kadar olduğu gibi şimdi de elimde bir sondan başka bir şey yok. Üstelik bu defa bana verilen sonu masamın çekmecesine atıp yok etme şansım da! Kendisine başlangıçlar verilen İshak Karınca, onlarla büyük bir yazar oldu; ama bu da onun felaketi oldu. Kendisine sonlar verilen bana, Terzi Yakup'a ise gizemlerle, soru işaretleriyle dolu bir hikâyeyi kimsenin okumayacağı tekinsiz bir kitaba, sonu yazılmamış bir başlangıcın altına yazmak kaldı. İshak Karınca'nın yeleğinin iç cebinden düşen o başlangıcı, intihar mektubunun ilk cümlelerini bir hikâyenin (bu hikâyenin) sonuna iliştirerek bitiremediğimiz o ezeli ve ebedi maçı bitirmek; altı yüz üçüncü geceden beri İshak Karınca'nın yasını tutan Şehrazat'ın hikâyeleriyle avunabildiğim kadar avunmak. Ömrü kendisine bir başlangıç aramakla geçen İshak Karınca'ya, ömrü kendisine bir son aramakla geçen dostu Terzi Yakup'tan mütevazı bir hediye. Onun kaleme aldığı "başlangıç", benim "son"um oldu. Bir kez daha.
- "Boş kâğıtlara yazamadım derdimi. Nerede yarısı yazılı bir kâğıt görsem ona doğru atıldım. Onu tamamladım. Nasıl açıklayayım? Kime anlatayım? Büyük yazar dediler, yeteneğimi, dehamı öve öve bitiremediler, adıma yarışmalar düzenlediler, hayranlıklar, incelikler, görgüsüzlükler, röportajlar, övgüler, sövgüler ler ler ler... Kimse bilmedi, bilemezlerdi de çünkü söylemedim; bir kere bile kendi hikâyemi anlatmadığımı, onca yıl, yazılmış hikâyeleri tamamlayıp durduğumu; etrafımı, doğumuna şahit olamadığım, doğurmadığım belki sadece büyüttüğüm veled-i zina metinlerle sardığımı...
- Habis bir koza gibi kuşattı beni bu büyük yalan. Nereden, niçin, nasıl, ne zaman geldiğini bilemediğim sözcükler, önümde birikince işgüzar bir memur gibi masa başına geçip boşlukları doldurdum. Deha, deha, deha! Deha dedikleri bu mu? Görev duygusu? Bir bankta oturmuş, kendinden öncekilerin kurcaladığı, belki can sıkıntısından belki kafa dağıtmak için yarım yamalak çözdüğü devasa bir çengel bulmacayı çözer gibi, yarısı yenmiş bir kâse çekirdeğin dibine ulaşmak gibi, çocuklarının tabaklarından doyan müşfik anneler gibi. Boşlukları tamamlama, tamlığa ulaşma ihtiyacı. Sendromu, kompleksi, zorunluluğu... Bu mu? Bilmiyorum, bunca zaman, emek, yaşamdan sonra bildiğim tek şey şu: Bir hikâyeyi çağlar üstüne fırlatan ne başlangıçlardır ne sonlar ne de bağlantısız boşluklardır. Bir hikâye ancak anlatılması için feda edilenler kadar eşsiz ve görkemlidir."